Sosyolojik savaş, ilk kez kullanılan bakir bir kavram olup henüz piyasaya çıkan bir kitabın adı. Yazarı, Emekli Askeri Hakim Albay Yusuf Çağlayan. Kitap Nesil Yayınlardan çıktı. Son zamanlarda istifade ederek ve beğenerek okuduğum, nadir çalışmalardan birisi. Kitabın indeksinden bile yoğun bir çalışmanın ve gayretin sonucu olduğunu anlıyorsunuz. Yazarın entelektüel bir dil kullanmasını ve yalnızca havas tabakayı muhatap olarak aldığı algısı uyandırmasını tenkid olarak söyleyebilirim.
Konusu, hegemonik batılı güçlerin asırlardır alemi İslam üzerinde uygulamış oldukları ve halen uygulamaya devam ettikleri sosyolojik bir savaş. Bu bildiğimiz klasik maddi savaşlardan çok farklı ve halkların genelde farkındalık kazanmadığı ya da üzerine serpilen ölü toprağı nedeniyle pek hissetmediği bir savaş türünü ifade ediyor.
Aşağıda okuyacağınız yazı kitaptan doğrudan hiçbir alıntının yapılmadan yalnızca bendenizin değerlendirmelerini ihtiva eden bir yorum olup hata ve kusurları bana aittir.
NİFAKLA İŞ GÖREN BİR NEVİ SÜFYANİYET VE DECCALİYET HAREKETİ OLARAK “SOSYOLOJİK SAVAŞ”
Sosyolojik savaş, batılı emperyal güçlerin kendi içlerinde “ortak değerleri, birlik, beraberlik duygularını, inanç değerlerini güçlendirirken; hedefe koyduğu devletlerdeki etnik ayrılıkları, mezhep farklılıklarını, sınıfsal mücadeleleri körükleyerek karşı devleti ya da toplumları zayıf düşürme stratejisidir. Hedef toplumlardaki ayrılıkları körüklemekle birlikte o toplumun inanç değerlerini zayıflatmayı, dini olan, dinle ilgili olan her şeyi çağdışı olarak nitelemeyi, irtica kapsamında değerlendirerek dışlamayı esas alır. Bu bağlamda illim din çatışmasını ve dinin toplumları geri bıraktığı fikrini özellikle gündemde tutar.
Bütün bu faaliyetleri yaparken “misyonerlerden, oryantalistlerden, hedef ülkede açmış oldukları azınlık okullarından, siyasi, iktisadi ve politik ilişkilerden ve hedef ülke içinde kendisilerine gönüllü maşalık yapacak asker, bürokrat, ekonomist ve yöneticilerden” yararlanır.
Batının bu sosyolojik savaş nifakının sonucunda koskoca Osmanlı İmparatorluğu parçalanarak, neticede birçok devletçiklerden oluşan ve hepsinin aralarında da etnik, mezhepsel ve sınıfsal sorunların olduğu, sınır kavgalarının yaşandığı, mezhep çatışmalarının olduğu, kukla Ortadoğu devletçiklerine dönüştürülmüştür. Hilafetin kaldırılması, harf inkılabı ile toplumun geriye dönük hafızasının sıfırlanması ve daha sonra Ayasofya’nın ibadethane olmaktan çıkarılması da bu sürecin somut son halkası olmuştur.
Operasyon sonucunda oluşturulan Ortadoğu devletlerinin tipik özellikleri; dikta bir yönetime sahip olmaları, idareci sınıfın toplumun değerleriyle barışık olmaması, azınlık bir sülalenin yönetiminde hanedan saltanatı kurulması, diğer İslam toplumlarına kapalı bir sisteme sahip olmakla birlikte yöneticilerin batının talimatına açık olmalarıdır.
Sonuç olarak bu derin strateji ile batı için büyük ve devamlı bir tehlike kabul edilen İslam yakın bir tehdit olmaktan çıkarılmıştır. Bununla birlikte dünya genelinde ve özellikle İslam toplumları üzerinde söz konusu sosyolojik operasyon halen devam etmektedir.
Söz konusu bu sosyolojik savaş, o kadar sinsi, o kadar derinden, o kadar sessiz yayılan bir savaş ki; yeterince müteyakkız olmayanların bu savaşın ”zamanını, mekanını, başlangıcını, bitişini, uygulanışını anlaması mümkün değil. Tıpkı biz insanlarda nefsi emmarenin bulunması, bu nefsi emareyi kendisiyle özdeşleştirmesi ve bu nefsi emmare ile ünsiyet kurması sonucu zamanla nefsin varlığını unutup nefsin isteklerini kendi istekleri olarak görüp; severek, isteyerek yerine getirme gafletinde bulunması gibi; batının da zihinler üzerinde yaptığı sayısız kodlama, hipnoz ve yönlendirmelerden gaflet içinde bulunup hatta bunun idrakinde dahi olmayıp kendi yaşam tarzımızın, hayat anlayışımızın böyle olduğu sanısıyla hareket etmemiz ve çevremize de bu yaşantıyı, anlayışı aşılamamız, dayatmamız, doğrusunun bu olduğunu her ortamda vurgulamamız, bu anlayışın dışında her şeye kapalı olmamız gibi. Bir nevi insandaki nefsi emmare dış alemde teşkilatlanmış ve batının istekleri ve hayat tarzı olarak karşımıza çıkmış sanki. Netice de batının gönüllü, ücretsiz, üniformasız bir askeri olarak onların istediği hayatı yaşamayı ve yaşatmayı ideal edinmişiz. Zira insanoğlu savaşı, tarihte olduğu gibi cephede göğüs göğüse yapıldığında ya da zamanımızda olduğu gibi, bir takım uzak menzilli silahların fiilen kullanımıyla ancak farkına vardığından bu sosyolojik operasyonları savaş kapsamında değerlendirememektedir.
18.yüzyılda 1789 Fransız İhtilaliyle başlayan kanlı sürecin Osmanlıdaki yansımasını sosyolojik savaş olarak 19. yüzyılın başlangıcına kadar götürebiliriz. Tanzimat fermanı, senedi ittifak ve ıslahat fermanları gibi formlarda bunu açıkça görmekteyiz. Umarız Arap intibahı sürecinin müsbete evrilmesi duasıyla bu sosyolojik savaş tuzağından çıkmayı ümit edebiliriz.
MÜSBET HAREKET PRENSİBİNİ DÜSTUR EDİNEN, BİR NEVİ MEHDİYET FAALİYETİ OLARAK ANTİ SOSYOLOJİK SAVAŞ YA DA “SOSYOLOJİK GÜVENLİK” ANLAYIŞI
Sosyolojik savaşa karşı mukabele edebilmek ve bu hareketin tahribatlarını ortadan kaldırabilmek bağlamında yapılacak bir nevi anti sosyolojik savaş da diyebileceğimiz tedbir ve esasları içeren uygulamayı sosyolojik güvenlik olarak tanımlayabiliriz. Yani, inanç değerlerimizin güçlendirilmesi, farklılıklarımızın ayrılık ve ihtilaf meselesi değil bir çeşit zenginlik, kaynaşma, tanışma vesilesi olduğunun idrak edilmesiyle, “mü’minler kardeştir” anlayışının, dayanışmasının hayata geçirilmesi sürecidir” diyebiliriz.
Bu da hem başlangıçta, belki de devamında da siyasetin dışında kalarak, fiilen politikanın içinde olmayarak ama toplumun arasında aktif bir şekilde yer alarak ve sivil toplumun bütün imkanlarını kullanarak yapılacak bir maraton süreciyle olabilecektir. Bu maraton sürecini aşamalarıyla 3 kısım olarak özetlemek gerekirse;
-Birinci bölüm olarak iman aşaması; insanlara fert fert imanlarını kazandırma ve imanlarını kurtarması ile insanın, insan olması ve insan kalması süreci.
-İkinci bölüm olarak hayat aşaması; toplumda imanın emarelerinin görünmesi ve imanın sosyal hayata taşınması ile imanın amelde,işte,alışverişte,ticarette görülmesi ve yaşanması süreci. Yani, insanın, insaniyet sıfatlarıyla donanması ve bütün dünyaya insanlığı gösterme süreci.
-Üçüncü bölüm olarak şeriat aşaması; hukukun, demokrasinin, insan haklarının, din ve vicdan özgürlüğünün, ahlakın bütün referanslarını islamdan ve insaniyetin yüksek değerlerinden aldığı, cumhurun sistemde tamamen söz sahibi olduğu, şeffafiyet ve sulhu İslami ve sulhu umumi süreci. Bu da İslam toplumlarında müsbet hürriyet hareketlerinin hız kazanmasıyla, istişare, meşveret ve özgür seçim sisteminin toplumun ve devletin idaresinde uygulanabilirlik kabiliyetiyle doğru orantılı olarak tamamlanacak bir süreçtir.
Sosyolojik savaş sürecinde batı “İslam ülkelerinde açmış olduğu okullaşma süreciyle eğitim imkanlarıyla ve misyonerlerlik faaliyetleriyle, oryantalistleriyle İslam toplumları içine ayrılık ve nifak tohumlarını ekerek, İslam ülkelerini kapalı toplumlar haline getirdi ve diktatör devletçiklerle, küçük nemrutçuklarla, her alanda üretemeyen, yalnızca tüketen bir nevi köle toplumlar meydana getirdi ise; şimdi İslam toplumlarının bu kısır döngüden kurtulma ve zincirlerini kırma zamanı geldi de geçiyor bile.
Şimdi karşı sosyolojik hareket olarak yapmamız gereken, öncelikle içerde kendi sosyolojik güvenliğimizi- topluma imanı kazandırarak, birlik beraberlik noktalarımızı kuvvetlendirerek-sağladıktan sonra; dünyaya doğru imanı, doğru İslamı, doğru insanı, doğru ahlakı, doğru hayatı –öğrenerek, yaşayarak, anlatarak, göstererek- kendi sosyolojik harekatımızı başlatmalıyız.
Batının yaptığı gibi mehdiyet hareketinin de anti sosyolojik savaş ve sosyolojik güvenlik bağlamında eğitim seferberliğinden yararlanması ve belki de dünya çapında okullaşma ve buna benzer eğitim faaliyetleriyle en önemli adımı atması gerekmektedir. Bu adımı atanlar varsa kıskanmak, tenkid etmek, yoluna taş koymak değil; tebrikler ve alkışlarla şevklerini artırmak ve dualarla hissedar olmak icap eder. Nurun müsbet prensibi bunu iktiza eder.
Bu bağlamda dini siyasete alet etme ihtimali olan yada zaman zaman alet etmek zorunda kalan , siyasi hareket ve kadrolar ile siyaseti hizmete alet etmeye çalışan cemaat hareketlerini elbette ayırt etmek gerekir.
Batının İslam toplumlarını bölmek parçalamakta, hilafeti ortadan kaldırmakta bir metod, bir alet olarak kullandığı eğitim sürecini,
İslam toplumlarını ve bütün insanlığı yeniden insaniyet değerleriyle buluşturmak noktasında kullanan bir hareketi anlamamak yazık olur.