Daha öncede ifade ettiğimiz gibi Türk idarî yapısı baştan beri demokratik sivil bir yapıya hiçbir zaman bürünmemiştir. Egemen olan seçkinler “kasden ve taammüden” böyle bir anti demokratik yapıyı oluşturmuşlar.
Cumhuriyetin ilanından bugüne kadar yapılan üç anayasadan ilki yani 1924 Anayasası tek partili bir sistemin hâkim olduğu totaliter bir yönetim anlayışının mahsulüdür. Diğer iki anayasa ise askerî ihtilallerin ürünüdür.
Her ne kadar seçkin kurucu sınıf veya ‘Ankara Egemenleri’ kafalarında Batı fikir akımlarının etkisinde kalmışlarsa da bu etkilenme sözlerle ve nutuklarla, parlak ifadelerle sadece edebiyatta ve kitaplarında yer almıştır. Ne var ki, kurucu egemenler ve dönem ideologları Batı fikirlerini Türkiye için uyarlarken hep “Şark için bu kadarı yeterlidir” yaklaşımı içinde olmuşlardır. Dolayısıyla Batı dünyasının önünü açan bu yeni fikirler, Türkiye’nin aynı zeminde farklı bir elbiseyle yürümesinden başka bir sonuç doğurmamıştır. Yani Bediüzzaman’ın ifadesiyle “istibdada meşrutiyet (demokrasi) libasını giydirmişler.” Eski zulüm ve baskı, gücü elinde tutan yeni egemen gurup tarafından aynen belki de daha da şiddetli bir şekilde devam ettirilmiş.
Böyle bir düşünce (yani hâkimiyeti elinde tutma ) istikametinde Cumhuriyeti kuranlar, seçkin-halk, idare eden-yönetilen (Osmanlıdan kalma) geleneğini devam ettirmişlerdir. İdare eden sınıfın ideolojisi, pozitivizmden beslenen laisizmdi. Seçkinlere göre Türk Halkı henüz kendi kendini yönetecek olgunluğa sahip değildir. Dolayısıyla tepeden aşağıya doğru bir düzeltme üzerine kurulu bir ideoloji hep ana görüş olarak varlığını sürdürmüştür.
Cumhuriyetin tüm anayasalarına bu ruhun (ideolojinin) sinmiş olduğunu görmemek imkânsız.
İşte bu zaviyeden hayata bakan seçkinler, her ne kadar ilk merhalede ‘Hâkimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir’ esasının bayraktarlığını yapsalar da rejime tamamen egemen olunca, ülke hâkimiyetinin kendi tekellerinde halk adına bulunmasının daha sağlıklı olacağını düşünmüşlerdir.
Neticede Anayasa Hukukçusu L.Duguit’in öngörüsü gerçekleşmiştir: Duguit’e göre; Milli Hâkimiyet bir faraziyedir. Hâkimiyet onu elinde bulunduran kuvvetindir.(H.Y. Türkiyenin Demokrasi Tarihi S. 107)
Batı tipi Demokrasi tarzı fikirler sadece ve sadece lafta ve kafalarda kalmış kasden ve taammüden hayata geçirilmemiştir. M.Kemal ile H.S.Tanrıöver arasında bir görüşme sırasında ortaya çıkan şu dialog sanırım iddiamızı ispata kâfidir:
“Bir müddet daha bu cinsten fikirleri dikkatle dinledikten sonra reisimize sordum: “Paşam bu yazdırdığınız fikirler kimindir ve Afet Hanım bunları ne için yazıyor?”
O, cevap verdi:
Bu fikirler benimdir. Afet Hanım bunları hocalık ettiği mekteplerde çocuklarımıza yazdıracak.
Paşam, affınızı rica ederim. Bir şey daha soracağım; bu fikirler sizin ise, siz bu fikirlerin tatbik-i lüzumuna kani iseniz soruyorum: sizin bu kanaatlerinizi bu memlekette cari olmaktan men eden kuvvet kimindir ve nerededir?
Bir dakika yüzüme dikkatle ve galiba biraz da hayretle baktı dedi ki: “Bu fikirler bizde tatbik edilmiyor mu? Ben gülerek bu suali karşıladım:
Paşam, herkesten iyi siz bilirsiniz. Sizin bir hükümetiniz ve bir fırkanız var ki, bu fikirlerin tam zıddını tatbik etmekle meşguldür.
Öyle mi, dedi.” (H.S.Tanrıöver /Anılar)
Evet, seçkin gurup her zaman iki yüzlü davranmış, hükmetmekten yana olmuştur. Batıda gelişen demokratik hareketlere açıkça tavır almayarak sözde taraftar gibi gözükerek özde hâkimiyet ve saltanatlarını hep milleti baskı ve korku ile sindirerek sürdürmüşlerdir. Halka yapılan bu baskının nedeni “halkın kendi çıkarını bilemeyeceği, kendi başına bırakılırsa yanlış yapacağı” düşüncesine dayandırılıyordu. Bu nedenle; halkın demokrasiye ne zaman hazır olacağına yani rüştünü ne zaman ispat edeceğine seçkinler karar verecekti.
Ne var ki, bu karar hiçbir zaman verilmedi. Cumhuriyet idaresi için halk, vergi veren, askerlik yapan, güdülen, pasif ve emre amade bir yığından başka bir şey değildi.
Cumhuriyet dönemindeki bu ikiyüzlü tavır ve davranışların benzer durumunu Osmanlının son Sadrazamlarından Sait Halim Paşa’da da görüyoruz. Demokrasi ve yönetim şekli ile ilgili düşüncelerini, fikirlerini Sebilürreşad gazetesinde tefrika eden Sadrazam (Başbakan) Said Halim Paşa’ya “açık mektup” diye cevabî bir yazı yazan Bediüzzaman kendisine şöyle seslenir:
“İslam Âleminin içinde bulunduğu genel durumu ve kurtuluş çaresini kitaplaştıran fikirlerinizi Başbakanlık Makamı gibi devlet kudretinin zirvesinde iken neden tatbik etmediniz? Harekete geçmek için bundan daha müsait bir imkân mı beklediniz?”
Bediüzzaman’ın mektubunda ileri sürdüğü gerekçelere zamanın aydınları katılmakla birlikte harp içinde olan memlekette böylesine hassas bir konunun tartışılmasının memlekete zarar verebileceği, şimdilik bu münakaşaları ülkenin kaldıramayacağını ve henüz zamanı gelmediğini, bunun memlekette kasden istismar edilebileceğini ileri sürerler.(maalesef ne zaman böyle fikirler ileri sürülse aynı kesim tarafından benzer ifadeler ileri sürülmektedir) Bir aksiyon adamı olan Üstat bunun üzerine acı acı güler:
İşte bu evham ve endişelerimizdir ki, İslam alemini içinde bulunduğu keşmekeşten kurtarıp özüne döndürecek fikir ve düşüncesine sahip olanlar bile, iktidar mevkiinde oldukları zamanlarda dürig-i maslahatımız(gerçek sebeplerini ve iç yapısını ortaya koymaktan kaçınarak işi oluruna bağlamak, günü kotarmak, aldatma ve yalana dayalı siyaset yapmak…) siyaseti takip ederler… “( C.Kutay Çağımızda Bir Asr-ı Saadet Müslümanı)
Evet yeni bir anayasa için paçaların sıvandığı bir döneme girmiş bulunmaktayız. Artık ‘dürig-i maslahat’ politikasını yöneticilerimiz terk etmelidirler. Eskilerin yaptığı gibi parlak nutuklar ve söylevlerle milleti bir kez daha sükut-u hüsrana ve hayal kırıklığına uğratmaya ne tahammülümüz ve ne de zamanımız kalmıştır. Zira ‘atı alan üsküdarı geçer’ kabilinden ‘Sanayi Devriminden’ ‘Bilgi Çağı Devrimine’ ulaşmış Batıyı yakalamanın yegane çaresi; temel hak ve hürriyetlerin güvence altına alındığı, yeni bir anayasayı hiçbir mazereti ileri sürmeden yapmaktan geçer.
Artık birey, kişi ve zümrenin sahip olduğu ideolojiye göre şekillendirilen bir malzeme değildir. Halk belirlenen ideolojiye göre adeta “yontulan”, standart bir elbiseye sığdırılmak için uzuvları budanan veya dolgu yapılan bir plastik sanat malzemesi olmayacaktır. Antidemokratik yönetime sahip otoriter ve totaliter dönemler geçmişte kalmış ve tarihin mezarlığında yerini almıştır. Kişiler gibi devirler de zeval ile mahkumdur. Cumhuriyet dönemindeki tek bir irade ve tek bir merkezin düzenleyip yönettiği idare tarzının sona erdiğini aydın kitlenin ve seçkin egemenlerin de anlaması zamanı çoktan gelmiştir.
Tek referans kuralların halk tarafından konulduğu, halk tarafından görevlendirilen memurlar eliyle yürütüldüğü ve denetlendiği, gerektiğinde değiştirildiği bir yönetim anlayışını ifade eden, halkın istek ve arzularını karşılayacak şekilde bir anayasanın yapılmasıdır.
Bediüzzamanın ifadesiyle ; bir kez daha ‘kalplerimizde hasret olan ümitler bulundukları yerlerde kalmaya mahkum ‘ olmasın diyoruz. Zaman ümitlerin yeşerme vaktidir.
Artık ‘Sözde Değil özde Bir Anayasa’ bekliyoruz.