Bediüzzaman, Muhakemat risalesinin sekizinci meselesinde söz ve anlam ilişkisi üzerinde durur. Anlamlar dünyasının sözlerle sınırlanan kısmına dikkat çeker. Anlamın çok katmanlı bir öz olduğunu, birbiri içinde birbirine etki eden dairelerden oluştuğunu söyler. Anlamın sözler denilen kabuklarla şekillendiğini ifade ettikten sonra dinleyicinin bu mütedahil, birbiri içine geçmiş dairelerin hangisinin etkisinde kalacağını kendi şahsi durumlarının belirleyeceğini söyler. Bu tespitlerini şu sözlerle dillendirir:
“Bu mütedâhil mânâların hangisi daha ziyade senin garazına temas eder; ve maksada sıla-i rahim vardır; ileriye sür ve izhar et. Bâkîleri ona teşyi edici yaptır. Yoksa, senin tarz-ı ifaden haşmet ve ziynet-i beyaniyeden çıplak olacaktır…”
Bediüzzaman anlama etki eden en önemli unsurları ifade tarzı, haşmet ve beyanın ziyneti olarak tespit eder.
Anlam ruh, lafız yani söz cesettir. Ceset ruhsuz yaşayamaz. Söz ruhtan üfürüldüğünde hayat bulacaktır.
Anlam vücut, lafız elbisedir. Vücudun güzel yerleri olduğu gibi setredilmesi, örtülmesi gereken yerleri de vardır. Söz, anlamı ona en yakışan şekliyle giydirmelidir.
Anlam cevher, söz kaptır. Kap cevherden kıymetli olamaz. Günümüzde ruh cesede, vücut elbiseye, cevher kaba, ambalaja feda ediliyor. Üslup ve usul esasa tercih ediliyor.
Ambalaj cevherin değerini artıracak nitelikte olması gerektiği gibi söz de anlamın değerini artıracak nitelikte olmalıdır. Fakat asla söz anlamın önüne geçmemelidir. Gereğinden fazla süslü ve abartılı ifadeler anlamın değerini düşürür. Öte yandan ambalaj cevherin değerini de düşürmemelidir. Mesela sarayın pencere bölümüne ahır penceresi takıldığında sarayın değeri düşer. Aynı şekilde ahır kapısına saray kapısı takılamaz. O halde anlama en uygun olan söz dizimi yapılması gerekir.
Günümüzde görüntü çağında yaşıyoruz. Esas lafza ve kafiyeye tercih ediliyor. Şekil özün önüne geçiyor. Suret sirete galip geliyor. Sözün gücü artarken anlamın gücü zayıflıyor. Kışır ve kabuk lüb aleyhine kalınlaşıyor, lüb zayıflıyor, inceliyor, hakikat ve anlam inciniyor. Gereksiz süslü anlatımlar anlamı örtüyor.
Kur’an’ın nazil olduğu çağda anlam söze karşı egemenliğini kabul ettirmişti. Söz anlamın destekçisi olmuştu. 3. asırdan itibaren söz anlamın önüne geçmeye başladı. İslam’ın ilk üç asrı anlamın fetihler çağıdır. Sonraki çağlar taklit ve suret dönemidir. İlk dönemlerde İmam-ı Şafi, Ebu Hanife, İmam-ı Maliki gibi anlam sultanları çıkmış olmasına rağmen sonraki çağlarda anlamdan çok lafza yönelindiği için bu ayarda şahısların yetişememesi de bunu göstermektedir. Son asırda Bediüzzaman kutsi hakikatleri ve Sözler kitabı Kur’an’ın tefsirini yaparak bizi anlamın zirve yaptığı Asr-ı Saadete yaklaştırdı.
Kur’an yepyeni bir ifade tarzı, üslup ve esasla ortaya çıkarak kendinden önceki ve sonraki zamanları çepeçevre kuşatarak ezelden ebede anlamın sesini yeniledi. Zamanla Kur’an’ın anlam dünyasından uzaklaşılarak ezbere yani şekle yani söze yönelindi. Yunan medeniyeti varidatına ve İsrailiyata kapı açıldığı için Kur’an’ın anlam derinliğinden ve inceliğinden uzaklaşıldı. Bu da İslam medeniyetinin gerilemesine neden oldu.
Söz katman katmandır. Birçok anlam onu çevreler. Merkezdeki anlam onun ruhu ve bütün anlamların efendisi hükmündedir. Diğer anlamlar o ruha ve efendiye destek veren yan veya işarî anlamlardır. Bu yan ve işarî anlamlar asıl anlamı gölgelememelidir. Bu anlamlar asıl anlamı kuvvetlendirerek parlak hale getirmesi halinde ifadeler haşmetli ve zinetli olur. Üstadın “Bâkileri ona teşyi' edici yaptır” ifadesi buna işaret etmektedir.
Anlam denizdir. Söz, anlamı besler. Nasıl ki dereler, ırmaklar birleşerek denizleri oluşturursa sesler de birleşerek anlam denizini oluşturur. Denizi besleyen sular geldikleri coğrafyanın renklerini taşırlar. Suların kaynağı ve uğradığı topraklar temizse denizi de temizler. Tersi durumda denizi bulandırır. Bal yapmayan arı misali sulardaki coşku ve haşyetli akış enerjiye dönüşmüyorsa anlamsızdır. Anlamı besleyecek olan sözler ve sesler gereksiz, abartılı bir coşku ve haşyeti taşıyorsa anlam denizini bulandırır. Keza seslerin abartılı şekilde renkli olması da anlam denizinin mavi renginin derinliğini artırmak yerine bulandırır, anlam deninizin rengini ve tadını kaçırır. Bediüzzaman İşârâtü'l-i'câz’da bu anlamlara dikkat çeker.
"Arkadaş! Kelâmların hüsnünü artıran ve güzelliğini fazlaca parlatan belâgatın esaslarından biri de şudur ki: bir havuzu doldurmak için etrafından süzülen sular gibi, beliğ kelâmlarda da zikredilen kelimelerin, kayıtların, heyetlerin tamamen o kelâmın takip ettiği esas maksada nâzır olmakla onun takviyesine hizmet etmeleri, belâgat mezhebinde lâzımdır.”
Cemil Meriç esasın üslubu belirlediğini söyler. Risale-i Nur yüksek hakikatleri dillendiren bir eserdir. Bediüzzaman risalelerinde konunun içeriğine göre ebedi şekiller ve söyleyişler tercih eder. Bazı eserlerinde haşmet, kuvvet ve heybeti dillendiren üslub-u âli denilen ifadeler kullanır. Bununla beraber üslub-u müzeyyene denilen zinetli, süslü ifadeler de kullanır. Keza üslub-u mücerred denilen soyut dili de kullandığı olur. Yeri geldiğinde teşbih ve temsillere yer verir. Duygulara canlılık, hayale hareket kazandıracak söz kalıpları kullanır. Fakat her halükarda bütün ifadelerinde söz ve anlamın dengeli olduğu itidalli bir zihni akış söz konusudur.
Üstad Muhakemat’ın birinci meselesinde Acemlerin ve acemilerin Arab belagatine girmesiyle birlikte fikrin tabi mecrası olan anlamın nazmının bozulduğunu, belagat zevkinin lafzın yani sözün nazmına çevrildiğini belirttikten sonra şairlerin seslerine ruhani ahengi verenin anlamın nazmı olduğunu hatırlatır. Ona göre lafız manaya hizmet etmelidir. Lafızperestlik yani sözperestlik hevesi birçok kıymetli edebini lekedar eder.
"Evet, lâfızperestlik bir hastalıktır; fakat bilinmez ki hastalıktır. Lâfızperestlik nasıl bir hastalıktır; öyle de, sûret-perestlik ve üslûb-perestlik ve teşbih-perestlik ve hayal-perestlik ve kafiye-perestlik, şimdi filcümle, ileride ifrat ile, tam bir hastalık ve mânâyı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır. Hattâ bir nükte-i zarafet için veya kafiyenin hatırı için, çok edip, edepte edepsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır.
Evet, lâfza ziynet verilmeli, fakat tabiat-ı mânâ istemek şartıyla. Ve sûret-i mânâya haşmet vermeli, fakat meâlin iznini almak şartıyla. Ve üslûba parlaklık vermeli, fakat maksûdun istidadı müsait olmak şartıyla. Ve teşbihe revnak vermeli, fakat matlubun (alep edilen) münasebetini göze almak ve rızasını tahsil etmek şartıyla. Ve hayale cevelân (gezme, dolaşma) ve şa'şaa (gösteriş, gözalıcılık) vermeli, fakat hakikati incitmemek ve ağır gelmemek ve hakikate misal olmak ve hakikatten istimdat (imdat istemek) etmek şartıyla gerektir.”