“Ömrümün Kısa Günü” kitabıyla sekiz yıl gibi uzun bir aranın ardından okuyucusunu selamlayan Hüseyin Akın’ın şiir seyri, genel şiir ortamı bağlamında ayrı ve ayrıcalıklı bir inceleme gerektirdiği gibi, bizatihi bu kitabı da şairin kendi seyri içerisinde değerlendirilmeyi fazlasıyla hak ediyor. Çünkü Hüseyin Akın’ın şiir verimi istikrarlı bir şekilde, sürekli yükselen bir grafik çizmesiyle, en başta performans bakımından takdire şayan bir niteliği haiz. Şairin inişler, çıkışlar, dönemsel duraksama ya da istikrarsızlıklar yaşamadan sürekli yükselen bir ivmeye sahip olması zor ve gıpta edilesi bir durum. Topla her buluşmasında gol atan, formunun zirvesinde bir futbolcu gibi...
İlk kitabı Sevmek, Karanfil ve Kiraz’dan “Ömrümün Kısa Günü”ne adım adım geldiğimizde kanaatimce ilk olarak şunu görürüz: Ne söyleyeceğini bilen ve daha da önemlisi sözün şehvetine kapılmayan bir şair. Ki, sözün şehvetine kapılmak bir şair için en tehlikeli durumların başında gelir. İpin ucunu kaçırmak, dizginleri elden bırakmaktır bu. Neticesi de biçim-mana ilişkisini gözeten edebi sanatlar cümlesinden mısralar değil; kuru bir ses, yapay bir biçim ve anlam kaygısı bulunmayan söz oyunlarından müteşekkil –olsa olsa- bir hologram şiir...
Hüseyin Akın şiiri, baştan beri okuru şaşırtan eğretilemelere, söz kalıplarını ters yüz eden ve anlam alanını değiştiren keşiflere, ironiye açık bir şiir. İşte tam da bu noktada yukarıda belirttiğim ‘sözün şehvetine kapılma’ anlamında bıçak sırtı bir söyleyiş tarzı. Güçlü bir direksiyon hakimiyeti ve ustalık gerektiren böylesi bir şiirde, nefsine her daim hakim olabilmek kolay değil. Akın, şiirinde bunu başardığı gibi üstelik her kitabında daha rafine, kıvamı daha mütekamil bir seyir izliyor.
Hüseyin Akın’ın şiirinde, çocuk ve ölüm gibi anlam alanları itibariyle farklı temalar sayılabilecek iki unsur, bütüncül bir okumada aynı istikameti işaret eden unsurlardır. Çünkü o, çocuk temasını bir nostalji nesnesi olarak değil, insanoğlunun saf, masum ve en doğal (fıtrata uygun) yanı olarak ele alırken, ölüm temasını da ne bir ağıt ve korku unsuru ne de güzelleme konusu yapar. Ne Tarancı gibi “Semada yıldızlardan, yerde kurtlardan başka / Yaşayıp öldüğümü kimse bilmeyecek!” diye hayıflanır, ne de Yahya Kemal gibi “asude bahar ülkesi” olarak görür ölümü. Hüseyin Akın şiirinde ölüm de hayatın içindeki doğal bir haldir. Modern insan, ölüm karşısında ya çaresizlik ve acziyet içerisinde kıvranır ya da ölüm hiç yokmuş gibi hareket ederken, Akın ölüm gerçeğinin doğallığını, fani oluşun muhkemliğini her zaman duyumsar ve duyumsatır.
İlk şiir kitabı Sevmek, Karanfil ve Kiraz’daki Zaman Alevi şiirinde “Ölüm en doğruyu söyler” diyen Akın, “Ölüm yakın bir zamandır / Kirli bir yaşam ertesi. / Her gün daha çok belirgin / Her an fazlasıyla haklı.” diyor; Ay Tanığım Olsun kitabındaki Ertesi Yolculuk isimli şiirde. Ölüme Tunç Kafiye’de “usturaya soyunup berberlere koşardık yaşımız tutsun diye / ölmek için bir sebep arardık günler boyu, ya da bir tunç kafiye” (Kumaştan Çalan Terzi) derken; son kitabı Ömrümün Kısa Günü’ndeki Susma Hakkı şiirinde “Ölüm bir yanlıştan dönüyor gibi / Bürünüp geceye öyle gelecek” diyerek ölümü adeta gündelik hayatın bir parçası gibi normalleştiriyor. Çünkü ölümün normalleşmesi, insanın hayata karşı ihtirasını, doyumsuzluğunu da dizginler, dengeler. Yani bir anlamda hayatı da normalleştirir. Seyr üzre olduğumuz bu alemde, yolda karşılaşıp selamlaştığımız bir hâldir ölüm...
Mısranın önemi, günümüz şiirinde neredeyse “her şey bir mısra için” halini almış; sanki parlak bir imge, bir mısra uğruna bütün gözden çıkarılmış gibi. Şiirin geri kalanı, o mısrayı kurabilmek, söyleyebilmek için dolgu malzemesi hükmünde. Bazı insanların; sohbet ederken konuyu istediği mevzuya çekebilmek, ama bunu da sanki sohbetin doğal akışı sözü oraya getirmiş gibi göstermek için olmadık atraksiyonlarda bulunması gibi. Esasında, sohbetin akışını zorlayan bu hâl, gülümsetir muhatabını. Şiirde de öyle. Şair, sanki bulduğu o parlak imgeyi, kurduğu mısrayı söyleyebilmek için zorla sözü çoğaltmış... Oysa Hüseyin Akın şiirinde bütüncül bir seviye dikkat çeker. Hatta kanaatimce emsali olan birçok şaire nazaran şiirlerinde çok daha fazla sayıda parlak imge ve mısra bulunmasına rağmen bu mısraların çok öne çıkmaması, şiirlerindeki bu bütüncül niteliğin yüksekliği sebebiyledir. Yani, şiirin geri kalanı dolgu malzemesi olmadığı, tüm mısralar yerli ve yerinde olduğu için berceste mısralar çok fazla göze batmıyor; öne çıkmıyor.
Şiirin samimisinden ya da şiirde samimiyetten bahsedilebilir mi emin değilim ama Hüseyin Akın şiirinin anahtar kavramlarından biri de samimiyettir. Bir öğretmenin (ki, kendisi de eğitimcidir) ders anlatması değil de sohbet eder gibi öğretmesine benzer bir samimiyet, sözkonusu olan. Ne mesaj kaygısıyla didaktik bir üslup, ne egosantrik bir eda ne de imge sarhoşluğundan mütevellit gösteriş merakı...
Sözün sonunda, Hüseyin Akın şiirine dair kendi zaviyemden sadece biçim konusunda şerh düşebilirim. Yıllar içinde farklı zamanlardaki tüm okumalarım ve bu yazı vesilesiyle baştan sona yaptığım okumalarda şunu farkettim ki, işaretlediğim, alıntıladığım, dönüp dolanıp üzerinde durduğum şiirlerin neredeyse tamamı hece ölçüsüyle yazdıkları. Sonra bir de o gözle bakınca bu kanaatim iyice pekişti: Özellikle hece ile yazmaya çalışan ve fakat ritim aksaklıkları, yanlış bölümlemeler, heceyi tutturma kaygısı yüzünden sırıtan acemi mısralarla dolu şiirler üreten eşhasa karşın, Akın’ın hece ile yazdığı şiirler o kadar mütekamil ve yüksek düzeyde ki, neden bu damardan ilerlemiyor da rotayı her fırsatta serbest şiire çeviriyor; bilemiyorum. Oysa, Süleyman Çobanoğlu ile birlikte hece ölçüsüyle en iyi yazan şairlerden biridir Akın.