Güya Allah'ı takdis ederken... 9: Spesifik sana söylüyorum, gayb sen işit!
Ehl-i sünnet nazarı ile İslamoğlu tayfasının arasındaki en mühim nüanslardan birisinin; 'kuşatılamayanın reddi' ile 'kuşatılamayanın da gerçek olabileceği' ayrımı üzerine olduğunu düşünüyorum. (Bunu, serinin evvelki yazılarından birisinde belirtmiştim. Ancak tekrar üzerinde durmakta fayda var.) İslamoğlu tayfasının, Kur'an'da hakkında sarih beyan bulunmasına rağmen, gaybın yalnız Allah'ın bilgisinde olduğu noktasında şüpheleri var. Hatta şüphe de değil, Abdülaziz Bayındır gibilerin "Allah herşeyi bilmez!" diyerek açıkça beyan edebilecekleri kadar itikat haline getirdikleri bir yanlış bu. Bu yanlış, aklı, Allah'ı ve bildiklerini dahi sınırlayabilir bir muhtar telakki etmelerinden kaynaklanıyor. Aklın asla bütünü kuşatabilen olmayışı, fakat ilm-i İlahî'nin bütünün tamamını biliyor oluşu (bize göre gayb kalan yerleriyle beraber) bunların kanına dokunuyor.
Neden dokunuyor? Çünkü böylesi bir ihtimal 'spesifik' deyip sürekli çamur attıkları bir bilgi alanının hakikat olabilme ihtimaline kapı açıyor. Bunların mensubu oldukları tahtieci ekol, aynı zamanda reddiyeci olduğu için; bir gaybın varlığına iman, reddedeceği şeyleri o kadar kolay İslam'ın dışına atamayacaklarını ima ediyor onlara. Öyle ya, eğer varlığın sizin asla kuşatamayacağız köşeleri, yani bir gaybı olduğuna iman ederseniz; spesifik deyip çamur attığınız birçok şeyin de yarın hakikat olarak karşınıza çıkabileceğine ihtimal vermişsiniz demektir.
En azından şunu itiraf etmişsiniz demektir: "Ben şimdiye kadar bunun hakikatini anlayamadım. Ama benim bunun hakikatini kavrayamamış olmam, olmamasına delil olmaz. Çünkü gayb yalnız Allah'ın bilgisindedir. Ve iman sahibi olmak, aynı zamanda bir gaybının olduğuna ve hep olacağına da iman etmektir. Allah'ın ilmi karşısında beşerin ilminin/bilişinin mecbur olduğu hal budur. Açık kapı bırakmadır henüz bilinmeyenin hakikat olabileceğine. Beş duyu organımla kuşatamadığım ve ayrıca aklımla henüz ulaşamadığım nice şeyler de vardır ki, gayb olmuştur bana, belki şimdilik. Fakat yarın bunların hakikati ortaya çıkabilir."
Bu yüzden Kur'an'ın "Bugün dininizi tamamladım" hükmünü İslam'ın temel esaslarının tamamlanması çerçevesinde değil; bütününü alçıya alan, kıpırdamaz hale getiren bir şekilde anlarlar. Hatta oradan içtihadî meselelerin ve tüm içtihadların reddiyesine kadar gidenleri olmuştur. Öyle olursa inkâr etmede elleri rahatlar çünkü. Hz. Ali'nin Haricilerle yaşadıkları, onlara karşı dik duruşu, böylesi bir 'alçıya alışa' karşı Kur'an'ın tevili ve özelinde 'tevil edilebilirliği' üzerine verdiği bir mücadeledir. Zira müteşabih meselelerde "Yalnız benim anladığım doğrudur!" demek de bir tür şirk-i hafidir. Allah'ı, kuş kadar aklınla sınırlandırmaktır.
Bediüzzaman, birçok Risalesinde bu nazarı sigaya çeker. 20. Lem'a'da (İhlas Risalesi) "Hak yalnız benim mesleğimdir!" diyene karşı yaparken bunu, 26. Söz'de (Kader Risalesi) cüz-i ihtiyarinin reddine teşebbüs edenlere karşı yapar aynısını: "Mevcudâtın mahiyetini bilmek ayrıdır, vücudunu bilmek ayrıdır. Çok şeyler var, vücudu bizce bedihî olduğu halde, mahiyeti bizce meçhûl. İşte şu cüz-i ihtiyârî öyleler sırasına girebilir. Her şey malumatımıza münhasır değildir. Adem-i ilmimiz, onun ademine delâlet etmez." Bir adım sonrasında benzeri bir ikazın 'hadis müdafaası' çerçevesinde 24. Söz'de yapıldığını görürüz:
"Ey insafsız ve dikkatsiz ve imânı zayıf, felsefesi kavî, hodbîn, münekkid adam! Şu 'On Asıl'ı nazara al. Sonra sen, hilâf-ı hakikat ve katî muhâlif-i vâki' gördüğün bir rivâyeti bahane ederek, ehadis-i şerifeye ve dolayısıyla Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mertebe-i ismetine halel verecek itiraz parmağını uzatma! Zira, evvela o 'On Asıl'ın on dairesi seni inkârdan vazgeçirir. 'Hakiki bir kusur varsa, bize âittir' derler, hadise râcî olamaz. 'Eğer hakiki değilse senin sû-i fehmine âittir' derler. Elhasıl, inkâr ve redde gitmek için, şu 'On Asıl'ı tekzib ve iptal etmek lazım gelir. Şimdi insafın varsa, bu on usûlü kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadîsin inkârına kalkışma. 'Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tâbiri vardır!' de, ilişme."
Haydi, yazıyı uzatmayı göze alarak, bir örneğini daha söyleyeyim. Yine 24. Söz'de; ancak 12 Asıl'da değil, daha evvelki bir kısımda; esma dairesinde de böylesi bir dikkati tavsiye eder Bediüzzaman, müminlere:
"Mâdem perdelerin birbirine temâşâ eder pencereleri var; ve isimler birbiri içinde görünüyor; ve şuûnât birbirine bakar; ve temessülât birbiri içine girer; ve ünvanlar birbirini ihsâs eder; ve zuhurât birbirine benzer; ve tasarrufât birbirine yardım edip itmâm eder; ve Rubûbiyetin mütenevvi' terbiyeleri birbirine imdat edip muâvenet eder; elbette gerektir ki, Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir ünvan ile, bir rubûbiyetle ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rubûbiyetleri, şenleri, içinde inkâr etmesin. Belki, her bir ismin cilvesinden sâir esmâya intikal etmezse, zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Halık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dal düşebilir."
Buna, İbn-i Arabî ve İmam-ı Rabbani gibi mübarek insanların keşfiyatlarına dair sorulan bir soruya yönelik 18. Mektup'ta verdiği cevabı da ekleyebilirim. Ama uzatmayayım. Yani bütün bu alıntılar eşliğinde söylemek istiyorum ki; İslamoğlu olsun Bayındır olsun, bu ekolün mensuplarının temel zaafiyeti, ilmin sonuna geldiklerini sanmaları. Veyahut en azından aklın, yani şu anlık doğruya karar verenin, aynı zamanda bütün zamanları kuşatan hakikatin de tek doğrulayıcısı olduğunu düşünmeleri. Halbuki zaman da bir müfessirdir. Bugün senin anlayamadığın bir hakikat, belki senden sonra birilerinin keşfiyle açıklığa kavuşabilir.
Peki, sen bugün ona karşı nasıl bir tavır takınacaksın? Aklına uymayan herşeyi inkâr ile geçmişe sadece bir yıkıntı mı bırakacaksın? Yoksa "Belki benim de kuşatamamış olma ihtimalim var!" deyip gelecekte oradan hakikati bulabileceklere açık bir kapı mı bırakacaksın?
İşte İslamoğlu ve benzerlerinin takıldıkları taş bu. Spesifik dedikleri herşeye de bunu yapıyorlar. Geleceğin veya başkalarının hakkı olan meseleleri "Ben bulamadıysam, yoktur bunun hakikati!" diyerek çöpe atıyorlar. İnkâr ediyorlar. İnternette Senai Demirci ile videosu da bulunan, hemen aratılsa bulunabilecek, bir örnek vereceğim: "İsrailoğulları olmasaydı et kokmazdı" hadisini sünnetullaha (hadi 'bilimsellik' diyeyim ben) aykırı bulduğu için, Buhari'de olmasına rağmen, reddediyor İslamoğlu. Hatta Buhari'nin hadis rivayetini ne denli sağlıklı yaptığına dair bir suizanna da malzeme yapıyor.
Ben bu çok akıllı hocama bir farklı bakış açısı öneriyorum şimdi: Sen "Balık baştan kokar!" dediğinde, yani bu atasözünü kullandığında, biliminsanlarıyla bir laboratuvara kapanıp elde ettiğin biyolojik bir kaideyi mi açıklıyorsun? Yoksa bir mecaz ile toplumun liderlerinden itibaren bozulduğunu mu belirtmeye gayret ediyorsun?
Aklın yetmiyor diye, Allah Resulünün orada "İsrailoğulları olmasaydı, bu derece toplumsal bozulmalar meydana gelmezdi" gibi anlaşılabilecek bir mecazını (belki daha farklı çıkarımlar yapanlar da olabilir) senin yüksek zekavetin kesmiyor diye neden inkâra sapıyorsun? Aklının büyüsüne kapılmasaydın, Bediüzzaman'ın önerdiği gibi derdin ki: "Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tâbiri vardır!"