Olan bitenler sâyesinde bilgi dağarcığımız genişliyor; cehâletten kurtuluyoruz. Ayrıca öztürkçemize yeni katılan sözcükler sebebiyle de dilimiz alabildiğine zenginleşiyor. Biz ileri yaştakilerin okuduğu çağlarda mevcut olmayan nice kavramlar, nice kelimeler îcat ve moda oldu. Bir niceleri kaybolup gitti. O zamanlar büyük harflerin yan yana yazılması ile meydana gelen kısaltılmış isimler, toplasan, bir sayfayı geçmezdi. Onları ezberlemek ve anlamak da o kadar zor değildi.
Şimdi gerek Türkçe, gerek çeşitli dillerden misâfir olup – dağdan gelip bağdakini kovmak misâli gibi – yerleştikten sonra bizimkileri kapı dışarı atan nice kelime, kavram, kısaltma vesâire yazımızı ve konuşmamızı istîlâ etti. Eh, mâdem bir işe yarıyorlar, elimizden de bir şey gelmiyor; o zaman zâten yapacak fazla bir şey yok…
Bu girizgâhtan sonra, sadede gelirsek: sivil toplum kuruluşlarına kısaltılarak verilen adı bilirdik de, derin devlet kuruluşlarının da onlarla adaş olduğunu bilmezdik! Her ne kadar adı sivil olmakla birlikte, bu müesseselerin mensuplarının bir kısmının doğuştan er oğlu er olduğunu yakınlarda öğrenmiştik. Bu, emir altında, gözü-kulağı üstünde (ya nerde olacak?), hazır olarak bekleyen sivilleri asıl sivillerden ayırt etmek de pek kolay olmuyordu. O sebeple hepsine kısaca STK deniyordu.
Millî hasletimiz olduğundan, kanımıza ve canımıza işleyip huy hâline gelmiş. “Huy canın altındadır; can çıkmayınca, huy çıkmaz!” demiş atalar…Bizler de ister Mehter vursun, ister bando; marşı duyar duymaz tüylerimizle birlikte ayağa dikilir, hazır ola geçeriz. Ayaklarımız, “Uygun adım! Yerinde saaay!” komutuna bile ihtiyaç duymadan, “Rap rap, rap rap!”a başlar. Gözler ileri, çene içeri, göğüs ileri, karın içeri, bacaklar kalçadan, baldırlar dizden: sool, sa! İstikamet STK! İleri, marş! Göğüs dolusu, gök gürültüsü bir sesle: “Vatan! Millet! Sakarya!” Sonra hep bir ağızdan: “Yaylalar yaylalar!” Gel de, heyecandan ölme…
Belki erbâbı biliyordu; bizim için bilmemek ayıp sayılmazdı. Bu hafta öğrendik ki, devletimizin de derin yerlerinde kurulu STK’ları varmış. Seferberlik dedikleri bir vak’ayı tetkik için kurulmuşlarmış. Zamâne dedeleri olarak biz şimdikiler, torunlarımıza anlatmamışızdır, fakat, kendi dedelerimizden bu seferberlik lafını duymuştuk. Seferberlik deyince akan sular durur, insanın aklı tavana vururmuş. Aklı hâlâ başında kimse kalmışsa, hiyânet-i vataniye sayılır; bu suçu işleyen kırk satırı mı, kırk katırı mı seçeceğini bilemez, şaşkınlıktan düşer bayılırmış.
Bu yeni tanıştığımız STK ne yapar, nasıl yapar? Bunları şu günlerdir süren aramalar, incelemeler, tesbitlerden sonra; eğer hâkim ve savcılar açıklarsa, öğrenebileceğiz. Veyâ her sıkıntıyı göze alıp, neler cereyân ediyorsa gazetesinde, sitesinde, kitabında yazabilenlerden bilgi alabileceğiz. Gerçi bir taraftan, her vakit ceza üstüne ceza yiyen gazeteler; özene bezene kitap yazanlara da şâmil olan hapisler insanın cesâretini kırıyorsa da, hakîkati öğrenmek husûsunda pek ümitsiz değiliz.
Haa, “Gerçeği öğrendiğinde ne olacak?”, diyorsanız, haklısınız. Bir şey olacağı yok. Yalnızca, mâlûmâtımız artacak; evde, işde, sokakta, kahvede, TV’de filan bol bol çene çalacak ve sözde memleketi kurtaracağız. STK’lar mı? Onlar yine kendi işlerine bakacaklar. Her şey yerli yerinde olacak. Eski tas, eski hamam! Sivil yine yarı sivil; demokrasi yine yarı demokrasi… Büyüklerimiz birkaç nutuk söyleyecek. Yetkililerimiz birkaç beyânât verecek. Generallerimiz birkaç düstur buyuracak. Egemenlik her zamanki gibi kayıtsız şartsız milletin olacak. Basın hür, yorum kutsal; hâsılı câmi ne kadar büyük olursa, imam bildiğini okuyacak.
En son, uyku zamanı gelince çocuklar kadar mâsûm ve kedersiz olmasa da, büyükler dahî mışıl mışıl uykuya dalacak; yüce milletimiz rüyâlarında hür, sivil, demokrat, Türkiye Cumhûriyeti yurttaşı, Avrupa Birliği vatandaşı, imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle teşkîl ederek mes’ût, bahtiyâr bir hayâta kavuşacak.
Peki, siz ne bekliyordunuz?