Stres, günümüzde herkesin konuştuğu, çeşitli tarifleri yapılan bir olgu, bence başlangıcı insanlık tarihiyle başlar. Bir yerde hayat varsa orada stres de vardır. Geçmiş yıllarda adı böyle anılmasa da insanlar yine de çok stresli hayatlar yaşamışlardır. Açlık, susuzluk, kölelik, savaşlar, doğal afetler (depremler, tufanlar gibi) salgın hastalıklar, yangınlar, inançları veya renkleri yüzünden eziyet çekmeler tarih boyunca birer stres kaynağı olmuşlardır.
Stresi tarif etmek gerekirse kısaca “kişinin çevre ile etkileşiminde uyumunu bozan, kapasitesini zorlayan duygu, düşünce ve olayların oluşturduğu tabloya stres denir” diye tarif edebiliriz. Psikolojik, fiziksel ve sosyal nedenlerle ortaya çıkabilir. Eğer kontrol altına alamaz uzun süreli yaşanır hale gelirse bireyin zihinsel ve fiziksel kaynaklarını tüketir. Ama yaşanması kaçınılmaz olan stresler kontrol altına alınırsa kişinin kendini keşfetmesine, potansiyelini kullanmasına ve gelişmesine yardımcı da olabilir.
Uzamış stres kişide fiziksel, duygusal ve zihinsel bozukluklar yapar. Bunlardan bazıları şunlardır: Uyku bozuklukları, sinirlilik, ağlama, dikkat azlığı, endişe, hafıza problemleri, Kan basıncının yükselmesi, Kalp ritminin artması, çarpıntı hissi, kas gerginliği, ağız kuruluğu, solunum hızının artması, baş ağrısı ve sindirim sistem rahatsızlıkları. Bu belirtilerin oluşmasında beyindeki hipotalamus ve hipofiz bölgesiyle böbreküstü bezlerinden salgılanan hormonlar rol alır.
NELER YAPABİLİRİZ?
Stresten kurtulmak amacıyla günümüzde bazı kişiler sigara ve alkole sığınmak, aşırı yemek yemek, gereksiz alış veriş yapmak, olaylara aşırı tepki vermek veya içe kapanmak gibi davranış bozukluğu yaşayabilirler. Bunlara başvurmak stresi geçici olarak kontrol altına alsa da sonraları kendileri bizzat stres kaynağı olurlar. Stres bazen bireysel olmaktan daha ileride tüm milleti içine alan boyutta da olabilir. İster bireysel olsun isterse ailesel veya toplumsal nasıl davranmalıyız?
1-Daima ümitli olmak: Bazen bizim başımıza bazen de yaşadığımız ülkenin veya milletimizin başına olumsuz olaylar, bizi ümitsizliğe düşürebilir. Mesela 1. Dünya savaşına giren Osmanlı devleti yenildi, “her şeyimiz gitti, öldük bittik mahvolduk” diye düşünenler vardı ama bu millet inanılmaz bir Kurtuluş savaşı verdi, ülkesini düşmanlardan temizledi. Bu millete ümitsiz olmak yakışmaz. En olmaz denilen zamanda en zor şeyi başardıklarına tarih çok defa şahit olmuştur.
*Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki, âlem-i İslâmın kalbine girmiş. İşte o yeistir ki bizi öldürmüş gibi, garpta bir-iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş. Hem o yeistir ki, yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-i umumiyeyi bırakıp menfaat-ı şahsiyeye nazarımızı hasrettirmiş. Hem o yeistir ki, kuvve-i mâneviyemizi kırmış. Az bir kuvvetle, imandan gelen kuvve-i mâneviye ile şarktan garba kadar istilâ ettiği halde, o kuvve-i mâneviye-i harika meyusiyetle kırıldığı için, zâlim ecnebîler dört yüz seneden beri üç yüz milyon Müslümanı kendilerine esir etmiş. Hatta bu yeisle, başkasının lâkaytlığını ve füturunu kendi tembelliğine özür zannedip neme lâzım der, “Herkes benim gibi berbattır” diye şehamet-i imaniyeyi terk edip hizmet-i İslâmiyeyi yapmıyor.
Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor. Biz de o kàtilimizden kısasımızı alıp öldüreceğiz. “Rahmet-i İlâhiyeden ümidinizi kesmeyiniz."Zümer(53) kılıcıyla o yeisin başını parçalayacağız. ‘’Bir şey bütünüyle elde edilmezse, bütünüyle de terk edilmez’’ hadisinin hakikatiyle belini kıracağız inşaallah.
Yeis, ümmetlerin, milletlerin “seretan” denilen en dehşetli bir hastalığıdır. Ve kemâlâta mâni ve “Ben kulumun zannı üzereyim (yani kulum Beni nasıl tanırsa, ona öyle muamele ederim)” hakikatine muhaliftir; korkak, aşağı ve âcizlerin şe’nidir, bahaneleridir. Şehamet-i İslâmiyenin şe’ni değildir. Hususan Arap gibi nev-i beşerde medar-ı iftihar yüksek seciyelerle mümtâz bir kavmin şe’ni olamaz. Âlem-i İslâm milletleri Arabın metanetinden ders almışlar. İnşaallah, yine Araplar ye’si bırakıp, İslâmiyetin kahraman ordusu olan Türklerle hakikî bir tesânüd ve ittifak ile el ele verip Kur’ân’ın bayrağını dünyanın her tarafında ilân edeceklerdir.(Hutbe-i Şamiye)
Yıllar geçti batılılar 2.Dünya savaşına girdi ama bizim ülkemiz o savaşa katılmadı. Sonra yıllarca soğuk savaşlar devam etti. 2016 yılına geldik,15Temmuz 2106 da bu ülkede ABD, Nato ve AB, içerde FETÖ denen hain örgütünü kullanarak darbeye teşebbüs etti. Bu millet sokaklara döküldü, can verdi, yaralandı ama ülkesine sahip çıktı.250 şehidimiz, 2 binden fazla yaralımız oldu ama dış güçler amaçlarına ulaşamadılar. Bu millet stresli günler yaşadı, şehit ve gazi aileleri stresi daha yoğun yaşadı ve halen yaşıyorlar. Hainler yargılanıyor, sabırla bu millet onların ceza alacakları günü bekliyor. Geleceğe ait ümitlerini hep taze tutuyor.
2-Sabrı öğrenmek: Bazen başımıza musibetler gelir, çok sevdiğimiz yakınlarımızı kaybedebiliriz. "Sabır, ferahlık ve genişliğin anahtarıdır”demiş eskiler. Başımıza böyle bir musibet geldiğinde Kur’an da bize şöyle sesleniyor, öğüdüne kulak verelim:
‘’Şüphesiz, Allah sabredenlerle beraberdir." Bakara (153) Enfâl(46)
‘’Muhakkak ki Allah tevekkül edenleri sever." Âl-i İmrân(159)
"Allah sabredenleri sever." Âl-i İmrân (146)
Kıskançlık yüzünden kardeşleri tarafından kuyuya atılan Yusuf Peygamberin(tahminen m.ö:1700-1600) kanlı gömleği babası Yakup peygambere getirilir. Baba öyle üzüntüler yaşar ki acılarını içine gömer ve halinden şikayet etmez. Bediüzzaman da Yusuf suresi 86. ayetini tefsir ederken Yakub peygamberin ağzından dökülen sözleri örnek göstererek nasıl davranılması gerekliği üzerine önerilerde bulunur:
*Ve sabırsızlık ise Allah'tan şikâyeti tazammun eder. Ve ef'âlini tenkit ve rahmetini ittiham ve hikmetini beğenmemek çıkar.
Evet, musibetin darbesine karşı şekvâ suretiyle elbette âciz ve zayıf insan ağlar. Fakat şekvâ Ona olmalı; Ondan olmamalı. Hazret-i Yakup aleyhisselâmın "Ben derdimi de, üzüntümü de ancak Allah'a şikâyet ederim’’ dedi." Yusuf(86) demesi gibi olmalı. Yani, musibeti Allah'a şekvâ etmeli; yoksa Allah'ı insanlara şekvâ eder gibi "Eyvah! Of!" deyip "Ben ne ettim ki bu başıma geldi?" diyerek âciz insanların rikkatini tahrik etmek zarardır, mânâsızdır. (Mektubat,23.Mektup. 4.sual)
3-Anı yaşamak: Geçmişte yaşanan acıları, çekilen zahmetleri, katlanılan zorlukları veya başa gelen musibete karşı karşı karşıya kalınan elemleri düşünmemek, anı yaşamak gerekir. Artık geçmiş geçmişte kalmıştır, gelecek de henüz gelmemiştir. Bugün anı yaşamak günüdür, ne geçmişin yaşanmış acıları ne de henüz geleceğin gelmemiş endişelerini bugünden düşünmek yanlıştır.
*…geçmiş herbir gün, musibet ise zahmeti gitmiş, rahatı kalmış; elemi gitmiş, zevâlindeki lezzet kalmış; sıkıntısı geçmiş, sevabı kalmış. Bundan şekvâ değil, belki mütelezzizâne şükretmek lâzım gelir. Onlara küsmek değil, bilâkis muhabbet etmek gerektir. Onun o geçmiş fâni ömrü, musibet vasıtasıyla bâki ve mes'ut bir nevi ömür hükmüne geçer. Onlardaki âlâmı vehimle düşünüp bir kısım sabrını onlara karşı dağıtmak divaneliktir.
Amma gelecek günler ise, madem daha gelmemişler, içlerinde çekeceği hastalık veya musibeti şimdiden düşünüp sabırsızlık göstermek, şekvâ etmek, ahmaklıktır. "Yarın, öbür gün aç olacağım, susuz olacağım" diye bugün mütemadiyen su içmek, ekmek yemek ne kadar ahmakçasına bir divaneliktir. Öyle de, gelecek günlerdeki, şimdi adem olan musibet ve hastalıkları düşünüp, şimdiden onlardan müteellim olmak, sabırsızlık göstermek, hiçbir mecburiyet olmadan kendi kendine zulmetmek öyle bir belâhettir ki, hakkında şefkat ve merhamet liyakatini selb ediyor. (Lemalar, 2.Lema ,4.nükte)
4-Yukarıya değil aşağıya bakmak: Dünyada her istediğimiz şeye istediğimiz zamanda sahip olamıyoruz, bu açıdan kendimizden yukarıdakilere değil aşağıdakilere bakmalıyız. Bu dünyada yaşayan herkes eşit koşullarda hayata başlamaz, kimileri yoksul kimileri de zengin bir ailede gözünü açar.
Herkes hemen akıllı telefon, rahat ve çok kazançlı iş, ev, araba, yazlık sahibi olmak istiyor. Hayat merdiveninin basmaklarından yıllar içinde çıktıkça kazanılabilecek şeylere çok beklemeden hemen sahip olmak istiyor. Eskilerin söylediği şu sözler aklımıza gelmeli.“Hırslı olan kimsenin ümidi boşa çıkar ve hüsrâna uğrar’’
Kimileri doğarken bazı hastalıklarla doğarlar kimileri de sonradan hastalanırlar. Kimileri de yaşamları boyunca hiç hasta olmazlar. İşte hayat böyledir. Hayatın bu stresinden nasıl kurtulabiliriz?
*Sen, kendinden yukarı mertebelerdeki sıhhatli olanlara bakıp şekvâ edemezsin. Belki sen, kendinden sıhhat noktasında aşağı derecelerde bulunan biçare hastalara bakıp şükretmekle mükellefsin. Senin elin kırık ise, kesilmiş ellere bak. Bir gözün yoksa, iki gözü de olmayan âmâlara bak, Allah’a şükret.
Evet, nimette kendinden yukarıya bakıp şekvâ etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Ve musibette herkesin hakkı, kendinden musibet noktasında daha yukarı olanlara bakmaktır ki, şükretsin.(Lemalar,25.Lema)
5-Manevi destek almak: Her canlı doğar, büyür ve ölür. Çocuklar, genç olur, yaşlanır, ihtiyar olur ve sonunda ölüme giderler. Ölüm korkusu yaşlıları ve çocukları gençlerden daha çok etkiler, strese sokar. Bu durumdaki yaşlıları ve çocukları bu stresten kurtarmak için neler yapılmalı?
Peygamberimiz Hz. Muhammed zamanında 3 -5 yaşlarında Zeyd adında bir çocuk vardı. Onun da çok bağlandığı, çok sevdiği ve adını Umeyr koyduğu küçük bir kuşu vardı. Peygamberimiz Zeyd’i her gördüğünde “Umeyr’in babası” anlamında “Ebu Umeyr” diye hitap ederdi ona. Bir gün Zeyd’in kuşu öldü ve kuşun ölümü Zeyd’i çok üzdü. Kuşun öldüğü günlerde Hz. Peygamber Zeyd’in evine gitti. Çocuğun kederli hali, Hz. Peygamber’in merhametli kalbini etkiledi. Ve onu neşelendirmek istedi. Çocuğun saçlarını okşayarak yanağını öptü. Gülümseyerek:
“Ya Ebu Umeyr! Nüğayr (serçe kuşuna benzeyen bir kuş veya bülbül) ne oldu? Hayvanı ne yaptın?” dedi.
Hz. Peygamber’in bu sözü ve ona gösterdiği ilgi üzerine Zeyd kalbinde bir ferahlık hissetti.
*Evet, ey benim gibi ihtiyarlığını hisseden ihtiyar ve ihtiyareler! Biz gidiyoruz, aldanmakta faide yok. Gözümüzü kapamakla bizi burada durdurmazlar; sevkiyat var. Fakat gafletten ve kısmen de ehl-i dalâletten gelen zulümat evhamlarıyla bize firaklı ve karanlıklı görünen berzah memleketi, ahbapların mecmaıdır. Başta şefîimiz olan Habibullah Aleyhissalâtü Vesselâm ile bütün dostlarımıza kavuşmak âlemidir.
Evet, bin üç yüz elli senede, her sene üç yüz elli milyon insanların sultanı ve onların ruhlarının mürebbîsi ve akıllarının muallimi ve kalblerinin mahbubu ve her günde, es-sebebü ke'l-fâil sırrınca, bütün o ümmetinin işlediği hasenâtın bir misli, sahife-i hasenâtına ilâve edilen ve şu kâinattaki makasıd-ı âliye-i İlâhiyenin medarı ve mevcudatın kıymetlerinin teâlîsinin sebebi olan o zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, dünyaya geldiği dakikada "Ümmetî, ümmetî" rivayet-i sahiha ile ve keşf-i sadıkla dediği gibi, mahşerde herkes "Nefsî, nefsî" dediği zaman, yine "Ümmetî, ümmetî" diyerek en kudsî ve en yüksek bir fedakârlıkla, yine şefaatiyle ümmetinin imdadına koşan bir zâtın gittiği âleme gidiyoruz. Ve o güneşin etrafında hadsiz asfiya ve evliya yıldızlarıyla ışıklanan öyle bir âleme gidiyoruz.
İşte o zâtın şefaati altına girip ve nurundan istifade etmenin ve zulümat-ı berzahiyeden kurtulmanın çaresi, sünnet-i seniyyeye ittibâdır. (Lemalar,26.Lema)
*Nev-i beşerin hemen yarısını teşkil eden çocuklar, yalnız Cennet fikriyle, onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere ve vefatlara karşı dayanabilirler. Ve gayet zayıf ve nazik vücutlarında bir kuvve-i mâneviye bulabilirler. Ve herşeyden çabuk ağlayan gayet mukavemetsiz mîzac-ı ruhlarında, o Cennet ile bir ümit bulup mesrurâne yaşayabilirler. Meselâ, Cennet fikriyle der: “Benim küçük kardeşim veya arkadaşım öldü, Cennetin bir kuşu oldu. Cennette gezer, bizden daha güzel yaşar.” Yoksa, her vakit etrafında kendi gibi çocukların ve büyüklerin ölümleri o zayıf biçarelerin endişeli nazarlarına çarpması, mukavemetlerini ve kuvve-i mâneviyelerini zîr ü zeber ederek gözleriyle beraber, ruh, kalb, akıl gibi bütün letaifini dahi öyle ağlattıracak, ya mahvolup veya divâne bir bedbaht hayvan olacaktı.(Şualar,9.Şua)
6-Biyolojik saate uygun yaşamak: Hayvanlar, bitkiler, hatta mantarlarda olduğu gibi insan vücudunun hemen her hücresinde sanki bir saat işliyor. Ruh halimiz, hormon düzeylerimiz, vücut iısımız ve metabolizmamız, hepsi günlük bir ritim içinde çalışıyor. 2017 Nobel Tıp Ödülü insan vücudunun biyolojik saatini inceleyen ve bunu kontrol eden moleküler mekanizmaları ortaya çıkaran üç ABD’li bilim insanına Jeffrey Hall, Michael Rosbash ve Michael Young’a verildi.
Bu sistemi bir kez bozduğumuzda metabolizmamız üzerinde etkisi daha büyük oluyor. Biyolojik saatimize vücudumuzu gece ve gündüze uyum sağlayacak şekilde öyle bir ayarlama görevi verilmiş ki bu ayarı bozmamız halinde çok ciddi sonuçları oluyor. Kısa vadede hafıza oluşumu etkileniyor, fakat uzun vadede tekrarlandığında şeker hastalığı, kanser ve kalp hastalıkları riskleri artırıyor.
2017 de Nobel ödülü getiren bu araştırmadan yıllar önce Kur’an şöyle söylüyordu:
O, geceyi size bir örtü, uykuyu istirahat zamanı ve gündüzü de hareket ve çalışma vakti yapandır.(Furkan,47)
Onlar görmüyorlar mı ki, biz geceyi içinde rahat etsinler diye, gündüzü de (her şeyi) gösterici (aydınlık) olarak yarattık. Şüphesiz bunda inanan bir toplum için elbette (Allah varlığını gösteren) deliller vardır(Neml, 86)
Evet, stresten korunmak için doğru beslenme ve hareketin yanında yeterli ve zamanında uyumak, hayat tarzımızı ve seçimlerimizi biyolojik saate uygun hale de getirmek zorundayız. Ve “zamanın değişmez takvimine” göre yaşarsak da streslerimizi kontrol altına alacak bir kazanım daha elde etmiş oluruz.