Merhaba arkadaşlar. Cikcik dostunuz yine karşınızda! Hani geçen kendimi biraz anlatmıştım. Neeeee! Hatırlamadınız mı? Aaaa! Bozuluyorum ama. Ben unutulacak birisi miyim? Bir daha anlatayım da dikkatle dinleyin: Parlak tüylü muhabbet kuşu. Hem de pek tatlı dilli. Sahibimin adı da Salih Kayra. Hatta şarkım bile var: "Açarım ağzımı hep hayra./Çünkü sahibim Salih Kayra." İşte o benim. Neden yalan söyleyeyim? Muhabbet kuşu olmayı seviyorum. Allah beni güzel yaratmış. Gagama baksanız ayrı şirin. Yüzüme baksanız ayrı şirin. Ayaklarım bile çok şirin. Elhamdülillah. Omzunuza konsam canınız acımaz. Kartallar konsa öyle mi olur ya? Neyi tutsalar kevgire çevirirler Allah korusun. Neyse... Kendime bayılıyorum vallahi. Maşaallah bana. Fakat muhabbet kuşluğu yapmanın zorlaştığı zamanlar da olmuyor değil. Yaaa... Geçenlerde böylesi anlardan birisini daha yaşadım.
Benim Salih Kayra'mın bir misafiri vardı. Misafir dediysem yabancı birisi değil ha! Kuzeni Yüsra Zara ziyaretine gelmişti. Benden şirin olmasın pek şirin bir kızdır doğrusu. Nasıl tarif etsem? Gözleri var erik gibi... Yanakları var elma gibi... Burnu var kiraz gibi... Ay, aman, kızcağızı manav dükkanına benzettim iyice. Duyarsa şaşırabilir. Siz dediklerimden çıkarın güzelliğini artık. Öyle hanım-hanımcık bir kızçe. Yaşça Salih Kayra'dan biraz büyüktür. Fakat en az onun kadar iyi kalplidir. O yüzden güzel güzel anlaşıyoruz. Büyükler aralarında eğlenirken biz de üst katta aramızda eğleniyoruz. İşte geçenlerde yine üçümüz beraberdik.
Hı-hıı. Evet. Anne-babaları çay içerken onlar yanımda tatlı tatlı konuşuyorlardı. Baktım, sohbetleri hararetlenmeye başladı, çünkü bir konuda anlaşamıyorlardı. Birbirlerine "Hayır, öyle değil, yanlış düşünüyorsun!" deyip duruyorlardı. Elbette evin muhabbet kuşu olarak hemen olaya el koydum. Daaa-diii-daaa-diii-daaa-diii. Yuvanın güvenliği Cikcik'ten sorulur. Yani en son benim gagam öter. O kadar... Öhöm. 'Öter' derken yanlış anlaşılmasın. Ötmekte en iyimiz elbette horozlardır. Onlar bir "ÜüüÜrüÜÜÜÜ!" çektiler mi herkes dikkat kesilir.
Hemen ikisine birden cikcikledim:
- Heeyt! Ne oluyor bakalım? Yine son kurabiyeyi mi paylaşamıyorsunuz? Cık, cık, cık. Unuttunuz tabii... Size çözüm için ne söylemiştim? Tabaktaki son kurabiye her zaman Cikcik'indir. Getirin bana kurabiyemi de kavga bitsin. Yoksa gagalarım ha!
Salih Kayra cevap verdi:
- Hayır Cikcik ya! Ne kurabiyesi? Senin de aklın-fikrin hep kurabiyede. Bizimkileri de yedin hâlâ doymuyorsun.
- Ne yapayım? Kurabiyeye zaafım var benim. Çok seviyorum. Hele bir de fındıklı olursa... Oy, oy, oy! Bayılırım doğrusu. Neyse. Gagamın suyu akmasın. Peki konu kurabiye değilse siz ne için tartışıyorsunuz bakalım?
Bu defa Yüsra Zara karşılık verdi:
- Salih Kayra, Ahmed dayımdan bir cümle duymuş, onu tartışıyoruz.
- Ahmed amca!
- Hayır. Ahmed dayı!
- Amcaaa!
- Daaayıııı!
Ah bu çocuklar... Çekişmeseler olmaz. Neyse ki evde Cikcik var. Muhabbet kuşu her aileye şart canım.
- Tamaaaam! Senin amcan, senin de dayın, ikiniz de haklısınız. Tartışmaya gerek yok. O cümle neymiş bakalım?
Salih Kayra cevap verdi:
- "Birşeyden çok şeyleri îcad edip çıkartmak ve çok şeyleri birşeye tahvil etmek, ancak, herşeyi halk eden ve herşeyi yapan Sânia mahsus bir sikkedir."
- Ahmed amcan da yanınızda neler okuyor böyle! Senin yaşında bir çocuk bunları anlayabilir mi hiç? Herkes benim gibi süper zeki mi yahu! Öhöm. Şu Ahmed'in kulağını gagalasam iyi olacak. Sonuçta pirincin taşını ayıklamak zorunda kalan benim.
Bu sözlerim üzerine Yüsra Zara hemen atıldı:
- Hayır. Kulak gagalamak yok. Hem Ahmed dayım anlatmış zaten ne anlama geldiğini.
- Aman, çok bilmiş şiş göbek Ahmed efendi, yine ne anlatmış?
- Bediüzzaman Dede demek istiyormuş ki: Çok şeyleri birşey haline getirmek, birşeyi de çok şeylere dönüştürebilmek, ancak hepsini yaratan Allah'ın yapabileceği birşeymiş. Allah hepsini birden yaratıyor olmasa böyle şeyler olamazmış.
- Vay be! Bir muhabbet kuşu olarak seni çok tebrik ediyorum Yüsra Zaracığım. İnan, kanatlarım değil de ellerim olsaydı, seni 'şak-şak-şak' diye alkışlardım. O halde dur biraz kanat çırpayım da ses çıksın. Tam 'şak-şak-şak' olmuyor ama... İdare et.
- Yaaaa, alay etme bizimle Cikcik, biz cümleyi anladık ama ben şöyle dedim Salih Kayra'ya: "Benim annem de birçok malzemeyi biraraya getirip yemekler yapabiliyor. Hem de, annem diye söylemiyorum, çok güzel yemekler yapıyor. Parmaklarımızı yiyeceğimiz geliyor neredeyse. Bu da 'çok şeyi birşey yapmak' sayılmaz mı? Ne de olsa annemin de kullandığı birçok malzeme var? Salih Kayra da itiraz ediyor. "Bu dediğin sayılmaz!" diyor. İşte bizim üzerinde tartıştığımız konu buydu.
- O zaman beni iyi dinleyin çocuklar. Size Bediüzzaman Dede'nin bu sözünü bir hikâyeyle anlatayım. İster misiniz?
- Oooleeey! Bayılırız hikâyeye. Peki bu hikâyede bizler de var mıyız?
- Madem istiyorsunuz size hemen yer ayarlayalım. O zaman Yüsra Zara 'su gibi tatlı' bir kız olduğu için bir 'su damlası' olarak girsin. Salih Kayra da 'hayat gibi şirin' bir oğlan olduğu için 'çiçek' olsun. Hikâyemiz milyonlarca yıl öncesinden başlıyor.
- Dinazorlar var mı?
- Dinazorlardan bile önce. Çok, çok, çok önce...
- Ooohoo! O kadar önce de kim var ki?
- Su var. Toprak var. Hava var. Arkasından da hayat gelecek. İşte su gibi güzel Yüsracık bir su damlasına dönüştü. İsmi de 'Yüsrüş Damla' oldu. Yüsrüş Damla ta milyonlarca yıl önce yaratılmasına rağmen bir bilseniz nelerin nelerin oluşmasına hizmet etti. Belki ilk önce bir balığın bedeninde çalıştı. Sonra bir martıya geçti. Sonra fırtınanın içine karıştı. Sonra bir toprağa yağmur oldu. Sonra bir çiçeğin içine girdi. Sonra bir ağacın gövdesinde görev aldı. Sonra da benim gözbebeğime geldi. Sonra...
Yüsra Zara anlattıklarıma şaşırmıştı:
- Ben nasıl bu kadar yer dolaştım ya?
- Çünkü sen bir su damlasısın. Su damlası bu dünyadaki hayatın temel maddelerinden birisi. Bizim gökyüzümüzdeki yağmur kimbilir hangi okyanustan çekilip geldi. Ve bizdeki görevini yaptıktan sonra kimbilir daha ne çok yere vazife yapmaya gidecek? Yani, Yüsracığım, milyonlarca yıl önce yaratılan bir su damlası dünyamızın içinde dönüp duruyor. Bir yağmur oluyor. Bir çiçek oluyor. Bir böcek oluyor. Bir kuş oluyor. Bir kelebek oluyor. Bir arı oluyor. Bir sinek oluyor. Bir inek oluyor. Hepsinin içinde su var. Böylece Yüsrüş Damla birşeyken birçok şey olabiliyor. 'Birşeyden çok şeyleri îcad edip çıkartmak...' işte bu demek.
- Hımm. Yani aynı su damlası birçok şeyin yapımında görev aldığı için 'çok şey' haline gelmiş oluyor.
- Aynen öyle. Daha ilginci ise şu: Sen okulundaki gösterilerde görev aldığından bilirsin. Çok basit oyunlarda bile rolünü iyi yapabilmek için öncesinde çalışmak gerekir. Mesela: Şarkılarını ezberlemen gerekir. Oyunlarını öğrenmen gerekir... Evet. Öncesinde rolünü öğretmeninle çalışmazsan gösteride ne yapacağını bilemezsin. Şaşırır kalırsın. Karıştırırsın. Öylece bakarsın.
- Aaaa, evet, bizi de çalıştırmışlardı sahiden. Salih Kayra'ya da anlatmıştım. Ne diyorlardı ona? Hah, hatırladım, 'prova' demişti öğretmenimiz. Peki bunun 'Yüsrüş Damla' ile ne alakası var?
- Dikkat ettiysen, Yüsrüş Damla da, tıpkı senin gibi müsamerelerde görev yapıyor. Bir 'çiçek' olup kendini gösteriyor. Bir 'kelebek' olup kendini gösteriyor. Bir 'arı' olup kendini gösteriyor. Bir 'martı' olup kendini gösteriyor... Yaratıldığından beri sürekli sahne değiştirerek oyundan oyuna dolaşıyor ama hiçbirinde rolünü şaşırmıyor. Hepsinde de yapması gerekeni tam olarak yerine getiriyor. Hatasız! Sence bu başarılı oyunculuğun arkasında ona rolünü öğreten bir öğretmenin payı yok mu?
- Eveeeet. Anladım. Ben gösteriye çalışmasam rolümü güzel yapamıyorum. O zaman onlara da yapacakları gösterideki rollerini öğreten birisi olması lazım. Çiçek olmayı, böcek olmayı, inmek olmayı falan bir yerden eğitim almış olmaları gerekiyor.
- Aynen öyle. Hem fazlası da var. Bir de oynayacakları oyunu, sahneyi, konuşmaları, şiirleri, dansları vs. hepsini bilmesi lazım bu öğretmenin. Oyunun geri kalanını da senin rolüne uygun şekilde ayarlaması lazım. Yoksa, ayarlamazsa, o zaman sahnenin geri kalanıyla senin yapacakların arasında uyum olmaz. Mesela: Sana halay öğretse öğretmenin, fakat diğer arkadaşların çiftetelli oynasa, ne kadar garip karşılanır değil mi? Belki seyirciler alkışlamak yerine alay bile ederler sizinle...
Salih Kayra son dediğim duyunca kahkahayı patlattı:
- Yüsra Zara'yı öyle görsem ben de çok gülerim ya. Herkes çiftetelli oynarken o halay çekiyor ha! Gülmekten karnım ağrıdı şimdiden.
- İşte bu uyum, çocuklar, hepsini yaratanın aynı Allah olduğunu gösterir. Onları birbirlerine uygun şekilde ayarlayan Allah tek olmasaydı, gösterinin düzeni gibi herşey bozulurdu, fakat görüyorsunuz ki bozulma olmuyor. Kainattaki herşey uyum içinde çalışıyor. Birşeyden çok şeylerin yapılması bu demek. Gelelim şimdi Salih Kayra'ya. Seni de çiçek yapmıştık hatırlıyorsan.
- Evet. Hatırlıyorum.
- Senin çiçeğinin adı da 'Saliş Gül' olsun. Bu Saliş Gül'ün varlığı da birçok şeyden oluşuyor değil mi? Düşünün bakalım. Bir gülün vücudunda neler neler vardır sizce?
- Güneş vardır.
- Başka?
- Toprak vardır, su vardır, gübre de vardır.
Şimdi gülme sırası Yüsra Zara'daydı:
- Salih şimdi gübreden de mi oluşuyor? Aman, ay, hiç güleceğim yoktu.
- Sizi yaramazlar. Bırakın birbirinizi gagalamayı da beni dinleyin. Yoksa ben sizi gagalarım. Bu dediklerinizin hepsi doğru. Fakat fazlası da var. O toprağın içinde birçok element var. Mineral var. Molekül var. Sonra havada neler neler karıştırılmış. Sonra suyun içinde de çeşitli besleyici şeyler karışık. İşte, Allah, bunların da hepsini biraraya getiriyor ve ortaya 'çiçek' diye birşey yaratıyor. Bu da 'çok şeyleri birşeye tahvil etmek...' kısmını oluşturuyor. Yani çiçek bir bütünlük iken, hayatlı birşeyken, onu oluşturan maddelerin hayatları bulunmuyor. Bütün parçalardan daha aşkın birşeye dönüşüyor. Öyleyse "Canlılığın nasıl yaratılacağını bilen birisi ancak onları o hassas oranlarda biraraya getirmiştir!" demeliyiz. Bunu hemen akledebilmeliyiz. Yoksa, tesadüfen olsa, biraz yanlış karıştırsa, tıpkı annelerinizin yemeklerde yaptığı hatalar gibi kötü sonuçlar ortaya çıkabilir.
- Aaa, evet, bir keresinde annem tuzu fazla kaçırmıştı da neye uğradığımızı şaşırmıştık.
- Benimki de bir keresinde yemeği ocakta unuttuğu için yanmıştı.
- İşte, görüyorsunuz ya, kainatta sürekli mucizeler gerçekleşiyor. Anneleriniz yemek yaparken hata yapabiliyor. Ama Allah her sene yepyeni bir bahar yaratıyor. Hatasız yaratıyor. Elma ağacından armut çıkmıyor. Armut ağacından nar bitmiyor. Karpuzu yeyince ağzınız yanmıyor. Bal yediğinizde tuzlu gelmiyor. Bütün bu ayarlamalar da ancak hem 'herşeyi bilen' hem 'herşeyi yaratan' bir Allah'ın eseri olabilir. Yoksa, çok eller karışırsa, elbette o iş karışır. Kimin-ne yapacağı belli olmaz. Tıpkı sizin aynı oyuncaklarla iki farklı oyunu birden oynamaya çalışmanız gibi. Sonunda ne olduğunu hatırlıyorsunuz değil mi?
- Evet. Kavga etmiştik. Sonra da küsmüştük birbirimize. Ama barıştık şimdi.
- Barışmanız güzel. Sizi ayırmaya çalışırken çok tüyüm dökülmüştü çünkü. Neyse. Madem yine barıştınız, haydi, oynayın şimdi. Gagam çalışmaktan yoruldu. Zaten kurabiyeniz de yok. Yeter yahu. Son birşey daha söyleyeyim: Bediüzzaman Dede'yi anlamaya çalışırken hayalgücünüzü sonuna kadar kullanın. Çünkü onu anlamak kuvvetli bir hayalgücü de ister.
Yüsra Zara araya girdi aceleyle:
- Son bir soru daha Cikcikçiğim: Annemin yemek yapabilmesi de mi Allah'ın yarattığı bir mucize oluyor o zaman?
- Evet. Çünkü o kadar şey birbirine karıştığı halde tatları yine de leziz geliyor. Hem de bedenine faydası dokunuyor. Hem de hastalıklarına şifa oluyor. Allah çoğu gıdaya 'beraber olabilme' özellikleri koymuş. Fakat sakın başka şeylerde bunu denemeyin. Hele büyüklerinize sormadan evdeki maddeleri birbirine karıştırmayın. Sonra kötü sonuçları olabilir. Çünkü bazı maddeler birbirlerine karıştıklarında insanlara çok zararlı olabilirler. Özellikle ilaçlara kendi başınıza el sürmek yok tamam mı?
İkisi bir ağızdan "Taaaamaaam!" diye bağırıp aşağıya koştular. Meğer hâlâ kurabiye varmış. Vay arkadaş. Ben de mi aşağıya uçsam acaba? O kadar yolu kim gidecek şimdi? Hale bak, su damlası yorulmuyor, ben yoruluyorum, fakat kurabiyelere de bayılıyorum. En iyisi siz Bediüzzaman Dede'nin cümlesini birkaç kez daha gözden geçirin. Ben de birkaç kurabiyeyi gagalayıp tekrar kafesime döneyim. Acele etmem lazım. Kusura bakmayın. Geç kalırsam bu afacanlar bana kurabiye bırakmazlar...
İşte geliyor:
"İşte kalb, akıl, şuur sahibi olan bir adam, bu ciheti düşünürse anlar ki, birşeyden çok şeyleri îcad edip çıkartmak ve çok şeyleri birşeye tahvil etmek, ancak herşeyi halk eden ve herşeyi yapan Sânia mahsus bir sikkedir."
Allah'a emanet olun dostlarım. Bir dahaki macerada görüşürüz inşaallah. Cikcik'ten bugünlük bu kadar.