Bir ay kadar önceydi...
Bir şirketin kantininde arkadaşlarla laflıyorduk.
İçeri gözterişli bir genç kadın ve yakışıklı bir genç adam girdi.
Birbirlerinden hoşlandıkları ve daha yakından tanımaya çalıştıkları anlaşılıyordu. Heyecanları onları daha da güzelleştiriyordu.
Gözüm takıldı ister istemez.
Kadın salata, erkek sandviç aldı tabağına. Sonra yanı başımızdaki masaya oturdular.
O sırada fark ettim ki, genç kadının yüzü birdenbire değişti.
Önce "dereotundan nefret ederim" dediğini işittim. "Dereotu" derken insanlardan söz eder gibiydi!
Tek tek ayıkladı dereotlarını. Uzun ve meşakkatli bir operasyondu doğrusu...
Derken sıra maydanoz yapraklarına geldi. Ardından taze soğanlar ayrıldı. Domatesin tattı, yüzünü buruşturdu ve onları da yandaki boş tabağa çıkardı. Önündekilerle sıkıntılı, mutsuz, umutsuz bir kavga içindeydi. Tabağındaki salata daha yemeden yarı yarıya azalmıştı.
Dünyayı, hazları, coşkuyu, neşeyi bir bir eksiltiyordu sanki genç kadın!
Karşısındaki genç adama baktım. Şaşkındı. İçinde birikmiş ilgi ve arzunun bir anda solup sarardığı nasıl da belli oluyordu.
O gün tanık olduğum bu sahne zihnime yapışıp kaldı.
***
Zihnime yapışıp kalan bir başka sahneye gelince...
Yaz başlarıydı...
Otoyoldan sapmış, kasabalar arsında yol alırken çay kahve içilecek bir yer arıyordum. Buldum.
Yan yana dizilmiş dört masadan birine oturdum, sade kahvemi söyledim.
Az sonra sıska motosikletiyle toza toprağa bulanmış bir delikanlı çıka geldi.
Selamlaştık. Yan masaya oturdu.
Elindeki naylon torbayı açtı. İçinden evden çıkarken alelacele paketlendiği belli iki plastik kap çıkardı. Birinde zeytinler ve domates dilimleri, ötekinde kuru sigara börekleri vardı.
Yanılmadıysam, önce şükrünü mırıldandı, sonra bana birlikte yemeyi teklif etti mahçup bir tavırla...
Teşekkür edip onu kendi haline bıraktım.
Ama çaktırmadan izlemekten de kendimi alamadım.
O kuru böreklerde nasıl bir lezzet varsa, delikanlının yüzünde güller açıyordu.
Her lokmasında dünya çoğalıyor, büyüyor, bereketleniyordu sanki...
***
Dünya toz pembe değil.
Bunu iyi biliyoruz.
Ama güzelliklerle; bu dünyanın nimetleriyle boğuşmak; dertlerimizin acısını onlardan çıkarmaya kalkışmak niye?
Yukarıda anlattığım sahnelerde yemek var; tat var. Ama bunlar birer sembol! Asıl kastettiğim hayatın tadı!
Hayat bir sofra...
Acısı tatlısı, ekşisi, tuzlusuyla bir sofra...
Biz oraya mum istiyoruz, çiçek istiyoruz, şık bir atmosfer olsun, hatta müzik eşlik etsin istiyoruz!
İstiyoruz da...
Bu arada sofranın varoluşundaki güzelliği ve anlamı unutmuşuz, haberimiz yok!
Sofradaki tadı da yavaş yavaş alamaz oluyoruz.
Sonra ne mi oluyor?
Mesela şu...
Mutluluk ayağımıza kadar geldiğinde...
İçindeki "dereotlarını" ayıklayacağım diye helak olup sıkıntıyla oradan sıvışıyoruz.