İnsanın yaratılış gayesi, “Hâlık-ı kâinatı tanımak, O’na iman ve ibadet etmektir.”
Vazifesi ise iyiliği emir, fenalıkları nehiydir. Bu ifadeden anladığımız ilahi emir ve yasakları dikkate alarak yaşamak durumundayız.
Yaşama biçimi ve normlarını uygulamalı rehber muallimler olan Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (asm) sünneti seniyyesinden öğreniyoruz.
Bu genel gerçekleri biraz daha tafsilata, teferruata inerek açıklamak gerekiyor.
İnsan bu dünyaya hayatın gereklerini ilim ve taallümle, tekkemmül etmek için öğrenmeye muhtaç olarak geliyor.
Anadan doğduğunda acizliği avantajı oluyor. Anne baba başta olmak üzere etrafında çoklar pervane oluyor. Annenin şefkat ve merhameti Cenab-ı Hak tarafından annenin kalbine, vicdanına, fıtratında yerleştiriyor.
İleri yaşlarda ihtiyaçlarını temin etmek için hayatın icaplarını öğrenmek mecburiyetinde. Onun için donanmalı.
İnsan ve donanım
İlim tahsili ile insan bir takım donanımlar kazanıyor.
Fıtratında işlenmemiş madenlerin potansiyel kabiliyet olarak açığa çıkarılması gerekiyor.
Hayatı kaliteli, nitelikli yaşamanın kriteri sağlıktır. İnsan sağlığı sadece biyolojik anatomi sağlığı değil ruh sağlığı ile birlikte mülahaza edilir.
Maddi ve manevi sağlığın ölçüsü insanın kendini iyi hissetmesidir. Biyolojik hayat ne kadar sağlıklı olursa olsun mânevi boşluk içinde yaşayan insanın kendini iyi hissetmesi mümkün değildir. Yani mutlu olamaz.
Mutluğun göstergesi şükür ve kanaattir. Tersi hırs ve tamahtır.
İhtiyaçları sınırsızdır.
Elde her ne yoksa ihtiyaçtır. Hayal nereye uzanırsa ihtiyaç oradadır.
Şükür hali ise hayatın gayesini doğru anlamaktır.
İhtiyaçların sınırlarını tanımlamaktır.
Sahip olunan nimetlerin farkına varmak, kıymetini bilmektir.
Çünkü başta hayatın bedeli olmak üzere elimizdeki nimetler için hiçbir bedel ödememişiz.
O halde verilmiş olanlara şükran duygusunu daima canlı tutmalıyız.
Bediüzzaman Said Nursi, İşaratül İ’caz eserinde, Fatiha suresinin tefsirinde “Hamd” kelimesini izah ederken orijinal özgün bir kelime kullanıyor. Şükr-ü örfi kavramına dikkat çekiyor.
İnsan cevherinde vedia bırakılan
Vedia emanet demektir. İnsanın yüklendiği emanet “ene”dir.
Ene insanın nefsine takılmıştır.
“Ene”nin insanın nefsine takılmasını nasıl anlamalıyız?
Nefis, anlamak, anlamlandırmak, idrak etmek, hissetmek, algılama mekanizmasıdır
Ene ile neyi anlıyoruz?
Bize verilen algılama cihazlarıyla sahip olduğumuz ilim, irade, kudretle Cenab-ı Allah’ın ilim, irade, kudret başta olmak üzere isim ve sıfatlarını anlamaya çalışıyoruz. Buna marifet diyoruz. Marifette mertebe esma tecellilerini anlama, hissetme, mazhar olmakla orantılıdır.
İşte şükr-ü örfi Cenab-ı Hakkın isim ve sıfatlarını idrak etmeye vesile olan istidat, kabiliyet ve donanımlardır. İşlenmemiş maden vedia olarak verilmiştir.
“Eğer insan, maddi ve manevi her bir uzvunu Allah’ın emrettiği yere sarf etmekle hamdin şubelerinden olan şükr-ü örfiyi ifa ve şeriata imtisal ederse, insanın cevherinde vedia bırakılan o örneklerin her birisi, kendi alemine bir pencere olur.”(İşaratül İ’caz, Bediüzzaman Said Nursi)
Buradan çıkarılacak ders;
İnsan sahip olduğu ancak işleyip açığa çıkarılmamış istidat potansiyelini bir şekilde açığa çıkarıp istifade etmelidir.
Nasıl ki biyolojik hayatın sağlığı hareket ve faaliyettir, eksersizlerdir.
Daha nice açığa çıkmayı bekleyen kabiliyetlerimiz var.
Zihin kaslarını geliştirmek için düşünmek, kafa yormak lazım. Yani tefekkür.
Kalb, vicdan, şefkat, merhamet, feragat kaslarını geliştirmek yardım etmek, hayır işlemek lazım.
Her bilgi ve beceri Cenab-ı Hakkın bir ismine mazhar olmaktır.
Hayat hep öğrenmek üzere cereyan etmeli. “Beşikten mezara kadar ilim” demek sürekli donanım kazanmak demektir.
Kişisel gelişimciler cennetten daha fazla haz duyacaklardır.
Kişisel gelişimden tasavvuf terminolojisinde geçen İnsan-ı Kâmil’i anlamalıyız.
İnsana verilen potansiyelin açığa çıkarılması için gayret içinde terakki eden insanlar Cenab-ı Hakkın isim ve sıfatlarını daha iyi idrak edecektir.
O’nu tanıyan nimetlerin farkına varacak. İbadetinde daha şuurlu olacaktır.
İnsan-ı kâmil sırrı da marifette mertebe demektir.
Evet donanımlı insanlar Allah’ı daha iyi bilir. Daha fazla sever. Ubudiyetinde daha hassas olur. Buna takva diyoruz.
Manay-ı harfi ile kâinata bakan ressam cennetten daha fazla zevk alacaktır.
Mühendis, hekim, ilim ve sanat erbabının cenneti avamın cennetinden daha lüks olacaktır.
“İnsan, o pencereden, o aleme bakar ve o aleme tecelli eden sıfatla o alemden tezahür eden isme bir mir’at ve bir ayna olur.
O vakit insan, ruhuyla, cismiyle alem-i şehadet ve alem-i gayba bir hülasa olur ve her iki aleme tecelli eden, insana da tecelli eder.
İşte bu cihetle, insan, sıfat-ı kemaliye-i İlahiyeye hem mazhar olur, hem muzhir olur.”(İşaratül İ’caz, Bediüzzaman Said Nursi )
Esmaya mazhar olan şuurunda olursa sadece mazhar değil muzhir olur.
Sadece gören, anlayan değil gösteren olur. Allah’ı hem bilen hem bildiren olur.
Şükr-ü Örfi kavramından anladıklarımdır.
Daha idrak edemediğimiz cihetler vardır şüphesiz.
Ehl-i ilim ve ihtisasın dikkatine…