Yaşayan bir organizmanın damarlarındaki kan dolaşımı gibi, bize cansız görünmesine rağmen kâinatta da bir hayat akımı dolaşır. Kâinat; ayrı ayrı cümlelerin bir araya geldiği, okunmayı arzu eden, anlamlı, güzel ve nefes alan bir metin gibi iç içe dairelerden müteşekkil anlamlı bir bütündür. Bu bütünün, bu metnin ana fikri: “insan ve iman”dır. Bu metindeki cümlelerin her biri kendi hesabından hayata bakar ve metnin ana fikrine hizmet eder.
Cenâb-ı Hak insanı bütün esmâsına câmi bir âyine ve bütün rahmetinin hazinelerinin müddeharâtını tartacak, tanıyacak cihazata malik bir mu'cize-i kudret ve bütün esmâsının cilvelerinin vaziyetlerinin inceliklerini mizana çekecek âletleri hâvi bir halife-i arz suretinde halk etmiştir. Onun için, hadsiz bir ihtiyaç verip, maddî ve mânevî rızkın hadsiz envâına muhtaç etmiştir. (Mektubat/Yirmi Sekizinci Mektup s:510)
Kâinattaki her şey insana hizmet etmekte, onun varlığının devamına çalışmaktadır. Hayatın devamı rızıkladır ve insan hadsiz rızıklara muhtaçtır. İnsanın talepleri var, arzuları var, ihtiyaçları var. Saadet-i ebediyye” talebi var, sağlıklı ve mutlu olma talebi var, yeme ve içme talebi var, sevme ve sevilme talebi var. Var da var. İhtiyaç dairesi nazar dairesi kadar büyük ve geniştir. Öyle ki hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi de oraya gider. Halbuki daire-i iktidar, kısa elimin dairesi kadar kısa ve dardır. Sınırlı kaynaklar ile sonsuz ihtiyaçlarımızı karşılayamayız ancak elimizdeki imkânları en verimli, en etkili ve en ekonomik şekilde kullanabiliriz. Peki ama bu nasıl olacak?
Hakiki lezzet, hakiki iştihâdan çıkar; doğru iştihâ, sâdık bir ihtiyaçtan çıkar; lezzetin ölçüsü ile ihtiyacın şiddeti doğru orantılıdır. Ancak içinde bulunduğumuz asırda bu dengenin kurulamadığını, israfların ve savurganlıkların arttığını; istek ve arzuların zaruri olmayan ihtiyaçları, zaruri ihtiyaçlar hükmüne getirdiğini; alışkanlık ve tiryakilik cihetiyle de insanı muhtaç ve bağımlı yaptığını gözlemliyoruz. Bu süreç de beşeri zulme, harama, çatışma ortamına sevk etmiş, istirahat-i beşeriyeyi zîr ü zeber eylemiştir. Peki ama bunu nasıl düzelteceğiz?
Malumunuz misafirhane-i dünyada yolcuyuz. Bu misafirhane-i dünyada gördüğümüz her şey ikram-ı ilahidir. Ay’ın ışığını Güneş’ten emanet alması gibi bizler de ışığımızı ev sahibinden emanet aldık. Ben benim değildir; ev benim değildir. Ev, ikram-ı ilahidir. Hayat, ikram-ı ilahidir. Kâinat, ikram-ı ilahidir. Tutan elimiz, gören gözümüz; kafamızdan hayata düşen fikrimiz, yüreğimizden saza düşen türkümüz ikram-ı ilahidir. Bahçemizde açan gül, yağmurdan sonra gökyüzünü saran gökkuşağı ikram-ı ilahidir. Said Nursi de Risale-i Nur da ikram-ı ilahidir.
Cenâb-ı Hak, hiçbir karşılık beklemeden bolca ikramlarda bulunuyor. İkramların ardı arkası kesilmiyor. Odamıza ışık, çantamıza yolluk, cebimize para, yüreğimize sevgi koyuyor. Bizlere misafirperverliğini, muhabbetini, şefkatini ve merhametini gösteriyor. Karşılıksız, cömertçe ikram edilmiş nimetler karşısında ev sahibine minnettar olmamak mümkün mü? Elbette mümkün değil. Peki ama ne yapmalıyız?
Hâlık-ı Rahîm, nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor. (Lem'alar/On Dokuzuncu Lem'a s:239) O Mün’im-i Hakiki, bizden o kıymettar ni’metlere, mallara bedel istediği fiat ise, üç şeydir: Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir. Başta "Bismillâh" zikirdir. Ahirde "Elhamdülillâh" şükürdür. Ortada, bu kıymettar hârika-i san’at olan ni’metler Ehad, Samed’in mu’cize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek fikirdir. (Sözler/Birinci Söz s:29)
İnsanı, bu câmiiyete göre en âlâ bir mevki olan ahsen-i takvime çıkarmak vasıtası, şükürdür. Şükür olmazsa, esfel-i sâfilîne düşer, bir zulm-ü azîmi irtikâp eder. (Mektubat/Yirmi Sekizinci Mektup s:510) Şükür, ikramı değil ikram sahibini görmek; O’na teşekkür etmektir, minnettar olmaktır. Şükrün mikyâsı ise kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir. (Mektubat/Yirmi Sekizinci Mektup s:508) İktisat, nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır. (Lem'alar/On Dokuzuncu Lem'a s:239)
İktisat hem bir şükr-ü mânevî, hem nimetlerdeki rahmet-i İlâhiyeye karşı bir hürmet, hem kat'î bir surette sebeb-i bereket, hem bedene perhiz gibi bir medar-ı sıhhat, hem mânevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem nimet içindeki lezzeti hissetmesine ve zâhiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebeptir. (Lem'alar/On Dokuzuncu Lem'a s:239) Bu da kalp, akıl, dil ve diğer azalarla olur. Kalp iyiliğe niyet eder; dil hamd eder, Elhamdülillah der; akıl nimetleri yerli yerinde kullanır. Ruh cesede, kalp nefise, akıl mideye hâkim olur. Kuvve-i zâika kapıcı hükmünde tutulur, ona göre bahşiş verilir. Ehl-i şükrün kuvve-i zâikası, nimet-i İlâhiyenin envâını tartan, tanıtan bir şükr-ü mânevî suretinde cesede, mideye, kalbe, ruha, akla haber veren bir nâzır ve bir müfettiş hükmüne geçer. (Lem'alar/On Dokuzuncu Lem'a s:240) Nimet ziyadeleşir. Nimetin lezzeti artar.
Sonuç olarak iktisat bir sebeb-i bereket ve medar-ı hüsn-ü maişettir. Bereketin anahtarı kanaat ve iktisattadır. Beşerin saadet-i hayatiyesi, iktisat ve sa'ye gayrettedir. İktisat ve kanaatle hikmet-i İlahiye’ye uygun hareket etmeli, sun'î bir iştihâ-yı kâzibeyi hayatımızdan def etmeliyiz.