Bir bilinç düzeyi olarak ‘farkındalık’, sorunların üzerine gidebilmede çok çok önemli bir artı kazandırıyor insana. Öyle ki, eğer “Teşhis tedavinin yarısı” ise, sanırım sorunun farkına varmak da teşhisin külliyetli bir kısmını oluşturuyor.
Çevremize bir bakalım örneğin; fikrinin, ideallerinin ya da seçmiş olduğu yaşam tarzının hakikatte neye tekabül ettiğini tahmin bile edemeyen, ya da “mezar-ı müteharrikliğinden” bîhaber ‘yaşayan’ ne çok insan var değil mi? İşte, böylesine bir ‘tam farkındasızlığın’ karşısında, bir insanın ‘az-çok’ durumunun farkında olabilmesi; çok büyük bir erdem gibi geliyor bana.
Zira bu ikinci halde, çok önemli bir ‘kritik eşik’ aşılmış olunuyor; ve zahirî sebeplere göre o insan hakkındaki umutlar, daha bir canlı kalıyor.
Çünkü o zaman: “Ama artık bu devirde de, olur mu canım hiç böyle?” deme yerine, mesela “Onlar ne güzel yaşamışlar; ama nerde bende o irade?” deniliyor ‘en azından’...
“Bırakın bunları, önemli olan iç güzelliktir, mutlu olmaktır” denilmiyor da örneğin; “Huzur, dinini yaşamakta gerçekten, bir gün ben de başlamak istiyorum aslında...” deniliyor...
Yahut, “bilim ve çağdaşlık” için, tarihine söverek adeta Batı’yı kendine kıble eyleme ukalâlığı yerine; aslında din hakikatlerine olan sadakatimiz oranında, gerçek medeniliğe de yaklaşabileceğimize dair bir farkındalık söz konusu oluyor mesela...
Yani bu durumda Ehl-i Sünnet itikadımızca ‘küfür eşiği’ aşılıyor ve kişi günahkar da olsa, imana dair şubelerden birinde kendine bir yer buluyor inşaallah. Ve burada söz konusu olan da böylesine ‘kritik bir eşik’ olunca; küfür karşısında, en alt şubelerinde de olsa iman ehli olabilmek, çok çok yüce bir nimet, bir erdem ve bir ihsan oluyor insan için.
Kısacası, kaskatı ve tamamen kararmış kalpleriyle, aslında kalpsiz yaşadıklarının farkında dahi olamayanların yanında; hala pişmanlıklar yaşayan, hala mukaddesata karşı hürmetini muhafazaya çalışan ve kalpleri henüz tam olarak kararmamış olanlar...
“Ecel seni bulduğu an, hangi hal üzere olmak istersin?” sorusuna hala titreyebilecek kalpler...
Ve küstürülmemesi, “frekansı yakalanarak” muhatap alınması gereken kalpler...
İşte, kalpleri bu hallerde kıvranan kimi inananların içinde bulundukları bu özel vaziyeti ve bu vaziyetin insanı sürüklediği hissiyatı; sanırım geçmiş yaşantısında benzerî halleri yaşamış olanlarımız çok daha iyi anlamaktadırlar. Böylelerimiz çok daha iyi bilmektedirler; o uçurumlardan kurtulup da, imanın istikametine talip olma düzlüğüne hangi sarp yokuşların, hangi karanlık patikaların ve hangi ‘cazip’ kuyuların aşılabilmesiyle ancak çıkılabileceğini.
Öyleyse, istikametli bir hayata doğru o ‘ilk ciddî adımını’ hala atamayan; ve hala o helak edici vaziyetlerde bulunan kimselere karşı, hemen ‘toptan reddedici hükümler’ verme basitliğinin kimseye bir şey kazandırmayacağını bilmek zorundayız. Onun yerine, bazı mü’minlerin de bir zamanlar benzer çevrelerin birer ferdi olduklarını hatırlamamızda, çok büyük hayırlar bulunuyor... Bir an durup düşünürsek, hayat hikayesinde böylesi ‘kahredici devirler’ bulunan; ama şimdi o günahlarına tövbe edebilme ihsanına erişmiş kimler kimler gelecek aklımıza, öyle değil mi?...
Veya soralım en başta vicdanımıza, bu konuda kendimiz, “ilk taşı atabilme” ehliyetinde miyiz acaba?
İşte o günahlarla dolu devirlerimizden dolayı bazılarımız, geçmişin kirinden yükselebilen umutsuzluk adlı pis kokuyla, zaman zaman sendeleyebilmekteyiz. Ya da: “Ne idin-ne oldun, senin mazini de biliriz” fitnesinden; veya sonucu önceden tespitli samimiyet testlerinden dolayı bazen ciddi kırılmalar ve üzüntüler de yaşayabilmekteyiz. Ama her halükarda, bütün bunların gaflete ve hatta dalalete sebep olabilecek birer “fitne” olduklarını asla unutmamak gerekiyor. Böylesi sınamalara layıklarından öte bir ehemmiyet vermeden ve sarsılmadan, ‘anlayanlara’ halimizi lisan kılmaya devam etmeliyiz.
Böylelikle, kim bilir; belki harcandığına yandığımız yıllarımızı, hala ‘o yıllarını’ yaşamakta olanlarımıza gerekli bir dilin inşası için hizmetkar kılabilir de, belki bununla, ‘şer bildiğimiz şeylerdeki hayırlara’ örnek bir davranışı da sergilemiş oluruz...
O halde, harcanmış yılların pişmanlığıyla, “keşke şu zamana, şu yaşıma dönebilseydim vs.” diye zihnen ve hayalen hep mazide yaşamak yerine; aslında şimdi bu pişmanlığı yaşayabilmenin dahi ne denli büyük bir devlet olduğunu aklımızdan çıkarmamamız lazım.
Hem ‘o zamanları’ her hatırlayışımızda, bir kez daha sormak lazım kendimize: “Ya, günahlarla kararttığımız öyle bir dönemde emaneti teslim mecburiyetinde kalsaydık, nice olurdu halimiz?” İşte böyle bir sorgu, geleceğimizdeki hiçbir devri karartmamaya dair azmimizi de, o ‘karanlığa’ dair tiksintimizi de, belki daha iyi perçinleyecektir inşallah.
Öyleyse dostlar, fahre ve ucb’a asla düşmeden; ‘yitik yıllarımızdan’ kendimiz ve çevremiz için çıkarabileceğimiz kimi hayırlı derslerin var olabileceğini de; vicdanı o derslere şiddetle ihtiyaç duyan nice dostların varlığını da asla unutmayalım ne olur!... Ve tüm eksikliklerimize ve hatalarımıza rağmen, şimdi edinebildiğimiz duyarlılıklarımızı nimet bilerek, Bediüzzaman Hz.nin de tavsiyesiyle: “Elhamdülillahi ala din-il’İslami ve kemal-il’İman” deyip, her zaman şükredelim!.
Böyle bir ‘nimetten’ dolayı hep, her zaman, daima ve illâ şükredelim ki; ‘şükür nimeti ziyadeleştirsin’...