İman ve ehl-i sünnet itikadını düşününce, aklıma çok defa bir elektronik cihaz gelir. Devrelerden, elektronik levhalardan, tellerden, türlü besleme ünitelerinden müteşekkil bir cihaz Bu devrelerden biri ya da arada irtibatı sağlayan kablolardan biri eksiltilse, ya da cihazın içine ona lazım olmayan bir nesne eklenilse, cihazdan herhangi bir fonksiyon beklemek mümkün müdür?
İman, altı rüknünden çıkan öyle Vahdani (İlahi) bir hakikattir ki, tefrik (bölünmeyi) kabul etmez. Ve öyle bir küllidir (bütün) ki, tecezzi (ayrılmayı) kaldırmaz. Ve öyle bir küldür ki, kabil-i inkısam olmazlar (parçalanamaz). Çünkü her bir rükn-ü imani (iman esası), kendini ispat eden hüccetleriyle sair erkan-ı imaniyeyi (iman esaslarını) ispat eder. Her biri, her birisine gayet kuvvetli bir hüccet-i azam (büyük delil) olur. Öyle ise, bütün erkânı, bütün delilleriyle sarsmayan bir fikr-i bâtıl (sapık düşünce), hakikat nazarında bir tek rüknü, belki bir hakikati iptal edip inkar edemez. Belki adem-i kabul (kabulsüzlük) perdesi altında gözünü kapamakla, bir küfr-ü inadi (inattan kaynaklanan bir göz kapama) yapabilir. Gitgide küfr-ü mutlaka düşer; insaniyeti mahvolur. Hem maddi, hem manevi cehenneme gider. (Bediüzzaman Said Nursi, Asa-yı Musa, s. 50)
Üstad Bedüzzaman Hazretlerinin ilhama mazhar bir Ehl-i Sünnet Alimi olduğunu beyan eden yüzlerce alim var. Ali Ulvi Kurucu bunların başında gelir. Bin seneden beri teraküm eden ve işinin ehli olmayan kimselerce Din-i Mübin-i İslama eklenmiş İsrailiyat türünden hikâye ve anlayışları, eserlerinin külliyatı içinde ve şifahi dersleriyle manevi atom bombası kuvvetinde bir tesirle piyasadan silen bir Ehl-i Sünnet Alimi; kendi ifadesiyle Her yüz senede bir gönderilen bir nevi Mehdilerden biri. Çünkü Hazretin (r.a) Emirdağ Lahikası eserindeki şu ifadesi şahsiyetinin o yüzünü bize bedihi olarak gösteriyor: Gerçi her asırda hidayet edici bir nevi Mehdi ve müceddid geliyor ve gelmiş fakat her biri üç vazifelerden birisini bir cihette yapması itibariyle, âhirzamanın Büyük Mehdi ünvanını almamışlar. (s. 267)
Yazılan Sözler tasavvur (tasarı) değil tasdiktir; teslim değil (taassup değil), imandır; marifet değil, şehadettir, şuhudur (görürcesine inanmaktır); taklid değil, tahkiktir (muhakeme ederek, düşünerek imandır); iltizam (körü körüne bağlanma) değil, iz'andır (anlamadır); tasavvuf değil hakikattır; dava değil, dava içinde bürhandır. Şu sırrın hikmeti budur ki:
Daha önce pek çok kalem yazdı, pek çok ağız izah etti, pek çok münevverül-akıl insan irfanıyla tasdik etti; Risale-i Nur müstakil bir kitap değil, bir İslam Külliyatıdır. Pek çok eser ve izahlar gibi bir hayvan olan arının dahi ilhama mazhar olması gösterir ki, ecnebilerin yaptıkları icadların mühim kısmının ilham eseri olduğunu beyan eden Üstadın ifadesi de ispat eder ki- Risale-i Nur Külliyatı da ya mücmelen, ya da mufassalan, kısmen ilhamdır. (Sikke-i Tasdik, Şularar, 1. Şua, Konferans) Onun en büyük kuvvetinin de bu olduğu defalarca izah buyurulmuştur. Bürhanı olduğu o dava da hakaik-i imaniye ve İslamiyedir; ahkam ve nusustur.
Eski zamanda, esasat-ı imaniye (iman esasları) mahfuzdu (korunmuştu), teslim kavî (kuvvetli) idi. Teferruatta, âriflerin (evliyanın) marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi idi (yeterli görülüyordu). Fakat şu zamanda dalalet-i fenniye (fen ve felsefeden gelen küfür), elini esasata ve erkâna (imanını esaslarına) uzatmış olduğundan, her derde lâyık devayı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelal (Allah c.c.), Kur'an-ı Kerim'in en parlak mazhar-ı i'cazından (mucizelik yansıması) olan temsilâtından (benzetmelerinden) bir şu'lesini (parıltısını); acz u za'fıma, fakr u ihtiyacıma (acizliğime ve ihtiyacıma) merhameten hizmet-i Kur'ana ait yazılarıma ihsan etti. ( Barla Lahikası, s.19)
Yukarıdaki ifadeler, aynı zamanda sosyolojik birer tespit. İslamın Asrın idrakine sunulması ( Mehmed Akif) bu demektir; yüzyılımızın ve programı olacağı yüzyılın iktizasınca (gereğince) mutlak hakikat esaslarını aksettiremeyen bir eserin tecdid vazifesini yapacağını zaten söyleyemeyiz.
Bera-yı Malumat:
Hulusi Bey, benim yegâne manevî evlâdım ve medar-ı tesellim ve hakikî vârisim ve bir deha-yı nuranî sahibi olacağı muhtemel olan biraderzadem Abdurrahman'ın vefatından sonra, Hulusi aynen yerine geçip o merhumdan beklediğim hizmeti, onun gibi îfaya başlamasıyla ve ben onu görmeden epey zaman evvel Sözler'i yazarken, onun aynı vazifesiyle muvazzaf bir şahs-ı manevî (bir sembol şahıs) bana muhatab olmuşçasına, ekseriyet-i mutlaka ile temsilâtım onun vazifesine ve mesleğine göre olmuştur (zabitlik!). Demek oluyor ki, bu şahsı Cenab-ı Hak bana hizmet-i Kur'an ve imanda bir talebe, bir muîn tayin etmiş. Ben de bilmeyerek onunla onu görmeden evvel konuşuyormuşum, ders veriyormuşum. (age. s.22)