İslam Yaşar'ın yazısı
Fenâ…
Kullanılış şekline göre mânâsı değişen bir kelime bu. Tek başına söylendiği zaman insan zihninde kötülüğü tedai ettiren bazı menfî mânâlar hatıra getirse de, mânevî mânâ derinliği taşıyan bir tabirle birlikte kullanıldığı takdirde, tasavvufî ıstılâh hâline gelir ve ulvî hakikatleri ifade eder.
Istılâh hâliyle, ‘fâni olma, kendi varlığından geçme, varlığını feda etme’ gibi mânâlar ifade ettiğinden, kendisinden sonra gelen kelimeye ‘uğrunda fâni olunacak kadar yüce değer taşıdığı’ mânâsı kazandırır.
Böylece hem o kelimenin uhrevî mânâsını zihinlerde tebarüz ettirir, hem de kendisini yüceltir. Yani telâffuz cihetiyle olmasa bile mânâ itibariyle o bâki isimde fâni olarak bekâ bulur.
Meselâ Allah, resul gibi mukaddes kelimelerin önüne gelerek ‘fenâ-fillah, fenâ-firresul’ gibi ıstılâhların teşekkülünü sağlar ve lügât mânâsının aksine, bekayı ifade eden ebedî bir mânâ derinliği kazanır.
Nur kelimesi de onlardan biridir. Fenâ tabiri Nur kelimesinin başına getirildiği zaman ‘Nur’da fâni olmak, nuranîleşmek’ mânâlarına gelen fenâ-finnur kelimesini teşekkül ettirir. Bu kelime, Nur Talebelerini hatırlatan bir Risâle-i Nur ıstılâhıdır. Mânâ itibariyle bütün Nurcuları hatıra getirse de söylendiği zaman onlara emsâl olan bir kişiyi hatırlatır.
Mustafa Sungur’u.
Zîra, “Sungur fenâ-finnur olmaya mecburdur” demişti Said Nursî.
Sungur da onu yaptı ve Nur’da fâni oldu.
***
Mustafa Sungur…
1929 yılında, Eflâni ilçesinin Çalışlar Mahallesi’nde dünyaya geldi. Soyu, Seyyid sıfatı taşıyan Mekkeli Abdüssamedoğulları ailesine mensup Mehmed Efendi ile geçmişi Buhara’ya dayanan Cemile Hanımın oğludur.
Mustafa; çocukluk yıllarında annesinin, babasının yanı sıra dedelerinin, ninelerinin, dayılarının ve diğer yakın akraba çevresinin de itinası sayesinde oldukça sağlam bir aile terbiyesi gördü.
Hepsi muttaki insanlar olan aile büyüklerinin teşvikiyle küçük yaşta temel dinî bilgileri ve Kur’ân’ı okumayı öğrendi. İlk zamanlar takliden de olsa hayatına tatbik etmeye çalıştığı dinî hakikatleri, büyüdükçe tahkikî hâle getirme ihtiyacı hissetmeye başladı.
İlkokulu bitirdikten sonra 1942 yılında Kastamonu’daki Gölköy Köy Enstitüsü’ne girdi. Kendisinin, Afyon Mahkemesi’ne yazdığı temyiz lâyihasında “Ben Kastamonu Gölköy Enstitüsünde okurken bazı muallimler tarafından bize dinsizlik dersi verilmişti”1 diyerek de ifade ettiği gibi okulda şiddetli dinsizlik telkinlerine maruz kaldı.
O yıllarda, bütün okullarda ‘Biz dini toprağa gömdük’ diyerek kast-ı mahsusla yapılan ve milyonlarca vatan evlâdının iğfal edilmesine sebep olan dinsizlik propagandasına, Mustafa ailesinden aldığı o dinî bilgilerle mukavemet etti.
Said Nursî’nin adını ilk defa aile büyüklerinin kendi aralarında yaptıkları sohbetler sırasında duydu. Anlatılanlardan çok etkilendiği için okulda “Kastamonu’da bir hoca varmış, cenneti ve cehennemi görerek kitap yazarmış” diyerek sınıf arkadaşlarına sık sık ondan bahsetti.
Enstitü’yü bitirip kendi köyünde stajyer öğretmen olarak çalışmaya başladığında, muallim Şevket Bey de sık sık senakâr ifadelerle Bediüzzaman’dan bahsedince, ona ve eserlerine duyduğu merak arttı.
1945 yılında, Mehmed Güngör’le Huriye Hanımın kızları olan Emine Hanımla evlenip aile reisi oldu. İlk çocukları dünyaya geldiği zaman, daha çocuk denecek yaşta iken baba mesuliyeti ile tanıştı.
Belki de bu hissin tesiriyle artan imanını tahkiki hâle getirme gayretinin neticesinde, Ahmed Fuad, Mustafa Osman ve Hıfzı Efendi gibi Nurcularla tanıştı. Onlardan aldığı Yirmi Üçüncü Söz’ü ve Âyetü’l-Kübrâ’yı okuyunca büyük bir heyecan duydu.
“Fâniden bâkiye ulaşmanın mânâsıdır” diye tarif ettiği ve âşinâ olmaya çalıştığı bu yeni hayat hâlinin tesiriyle, Risâle-i Nurları ‘Hava gibi teneffüs edip su gibi içercesine’ okuyup yazmaya başladı.
Risâle-i Nurlarla meşgul oldukça Said Nursî’ye hayranlığı arttı. Hayatında meydana gelen değişikliği, ona ‘Ben eski sefahat ve dalâletimden kurtuldum” gibi ifadelerin yer aldığı mektuplar yazarak anlattı. Ondan gelen cevabî mektuplar ve umuma hitap eden lâhikalar da ruhunu saran heyecanı teskin etmeye yetmeyince 1947 yılının Eylül ayında ziyaret etmek maksadıyla Emirdağ’a gitti.
Bir ikindi vakti, Ceylân’ın refakatinde huzuruna çıktığında onu ‘manevî baba şefkatiyle’ karşılayan Said Nursî, “Ceylân bir Sungur, Sungur bir Ceylândır” diyerek onu da mânevî evlatlığa kabul etti.
Üstadına mânevî evlât olmayı büyük bir mazhariyet sayan Mustafa Sungur, Nur Talebesi hâlet-i ruhiyesi içinde memleketine döndüğü zaman sürûrunu, önce kendisine Risâle-i Nur’u tanıtan insanlarla paylaştı.
Ardından Kastamonu’ya gidip Mehmed Feyzi Efendiyi, Çaycı Emin Beyi, Hakkı Beyi ve mahallin diğer Nurcularını tek tek ziyaret ederek tanıştı ve hizmet kadrosuna dahil oldu. Onların da teşvikiyle, şevkle çalışmaya başladı.
Bir süre sonra Afyon hadisesi vuku bulunca, bir mektupta adı geçtiği için onun da evi arandı, adliyede sorguya çekilip hapse atıldı. Kendisini götürecek jandarmaların yol parasını vermediği için otuz beş gün Safranbolu Hapishanesi’nde bekletildikten sonra devletin görevlendirdiği askerlerin nezaretinde Afyon’a sevk edildi.
Safranbolu Savcısı’nın yaptığı gibi Afyon Adliyesi’nde ifadesini alan sorgu hakimi de azarlayan bir ses tonu ile ona Said Nursî’yi nasıl tanıdığını sordu. Sungur da orada verdiği cevabı tekrarladı.
“Kemalât-ı insaniyenin zirve-i balâsındadır.”
Ondan böyle bir cevap beklemeyen sorgu hakimi kızarak Bediüzzaman hakkında asılsız iddialarda, mesnetsiz iftiralarda bulunmaya başlayınca, Sungur onun sözünü bitirmesini beklemedi.
“O baştanbaşa bir nurdur” diye haykırdı.
“Çııııkk!..” diye bağırdı sorgu hakimi de.
Bir tek soru ve cevaptan ibaret olan bu sorgu safhasından sonra tevkif edilen Sungur, Afyon Hapishanesi’ne hapsedildi. Üstadının orada bulunması hasebiyle zaten o da hep hapishaneye girmek için duâ ettiğinden, duâlarının kabul olduğunu görmenin sevincini yaşadı.
Bütün Nurcular gibi o da çıkarıldığı mahkemede, “Hakkaniyeti, en yüksek âlimler tarafından tasdik edilen ve en yüksek bir mertebe-i imanî ve aşk-ı İslâmî kazandıran Risâle-i Nur, hiç şüphe yok ki onun bütün Sözleri ve Lem’aları ve Şuâları Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın birer nuranî tefsiridir; mânevî hastalıkları ve mânevî karanlıkları izale eden gayet parlak bir güneştir”2 diyerek şahsından ziyade Risâle-i Nur’u müdafaa etti.
Mahkeme tarafından altı ay hapse mahkûm edilen Mustafa Sungur, hüküm giydiği tarihte yirmi bir yaşını doldurmadığı için cezası beş aya indirildi. Bir ay kadar da Safranbolu Hapishanesi’nde kaldığından Afyon Hapishanesi’nde dört ay yattı.
Kendi teşbihiyle ‘İnkişafa müheyya çekirdeklerin yer altında çatlayıp filiz vermesi’ misâli, orada Üstadını ziyaret ettikçe falakaya yatırıldığı için zahiren acılı, ıztıraplı, sıkıntılı gibi görünen ‘çok şahane günler’ yaşadı.
Tahliye edilince hemen Eflâni’ye döndü. Lâkin tarih derslerinde Resulullahtan (asm) bahsettiği, İstiklâl Savaşı’nın Allah’ın inayetiyle kazanıldığını söylediği, Said Nursî’nin yanına gittiği, Risâle-i Nurları okuduğu ve Afyon Mahkemesi’nden beş ay ceza aldığı gerekçesiyle vazifesine son verildiğinden öğretmenliğe başlayamadı.
Bunun üzerine yaz mevsimini o havalide geçirmeye karar verdi ve hem evde kendisine tekabül eden işleri gördü, hem bol bol risâle okuyup yazdı, hem de sâir Nur hizmetlerine devam etti.
Afyon Mahkemesi’nin, Said Nursî hakkında verdiği mahkûmiyet kararının temyizde esastan bozulduğunu öğrenince çok sevindi. Onun tahliye edileceği tarih yaklaştıkça yanına gitme iştiyakı arttı. Kendisini Bediüzzaman’a vakfettikleri için onun taltifine, senâsına, duâsına mahzar olan annesinin ve eşinin muvafakatlarını alarak 3 ‘on beş sene kadar Üstadının yanında kalma niyetiyle’ Afyon’a döndü.
“ÜÇ BEDENDE BİR RUH…”
Said Nursî böyle derdi Zübeyir, Sungur ve Ziya’ya. Onlar da bu lâtif teşbihi yaşamak istercesine hizmet medar-ı bahs olduğunda benzer şeyler düşünürler ve birlikte hareket ederlerdi.
O zaman Ziya zaten Afyon’daydı. Zübeyir tahliye olmuş ve bir ev tutmuştu. Sungur da gelince müşterek ruhların bedenleri bir araya geldiler ve hasretle Üstadlarının tahliye gününü beklemeye başladılar.
Mahkûmların hapishaneden tahliye işlemleri öğleye doğru yapılırdı. Onlar bunu bildikleri için kuşluk vakti hapishâneye gidip Üstadı karşılamayı düşünüyorlardı. Tahliye günü sabahleyin erkenden kalktılar, namazlarını kılıp tesbihâtlarını yaptılar. Sabah dersine hazırlandıkları sırada tekerlek tıkırtısından evin önüne bir faytonun yanaştığını fark ettiler.
Pencereden baktıklarında Üstadın geldiğini görünce, onu karşılamaya geleceğini tahmin ettikleri büyük kalabalığın toplanmasına fırsat vermek istemeyen emniyet mensuplarının, onu sabahın erken saatinde tahliye ettiklerini anlayarak heyecanla dışarıya fırladılar.
Kendisiyle birlikte gelen iki polisin arasında faytondan inen Bediüzzaman, her zamanki gibi mütebessim, müsterih ve zindeydi. Zübeyir, Sungur ve Ziya sıra ile elini öperken o, polislere onları gösterdi.
“Bunlar Türk milletinin medâr-ı iftiharıdır” dedi.
Polisler gençlere bakarak bu manidâr taltifin sırrını çözmeye çalışırken Zübeyir, Üstadının koluna girdi, polislere yol gösteren Sungur ve Ziya da onları takip etti ve hep birlikte eve çıktılar.
Said Nursî, az önce talebelerinin sabah dersini yapmaya hazırlandıklarını görmüş gibi ‘Mahkeme-i Kübraya Şekva’ bahsini okuyup izah etti, talebeleri ile birlikte polisler de sessizce dinlediler.
Aslında polisler de biliyorlardı ona yapılanların haksız ve yanlış olduğunu. Lâkin ihtiyarları ile hareket etmekten ziyade kendilerine verilen emirleri yerine getirdikleri için oradan ayrıldıktan sonra sokağın başında veya girişteki terzi dükkânında diğer arkadaşları ile münavebeli nöbet bekleyerek ziyarete gelenlere mani olmaya çalıştılar.
Bilhassa ilk günlerde nöbeti sıkı tutarak uzaktan yakından gelen pek çok insanı geri çevirdilerse de Aydın’dan gelen Mehmed Efendiye mani olamadılar. Sungur hiç beklemediği bir sırada babasını karşısında görünce şaşırdı ve hemen Üstadın huzuruna çıkıp babasını takdim etti.
Yeni Asya