Dinin iki temel kaynağı vardır. Birincisi Allah'ın kitabı, ikincisi ise peygamberin (sav) dini hayatı olan sünneti… İslam bilginleri tarafından Kur’an korunarak geldiği gibi, Kur’anın hayata yansıması ve uygulaması olan sünnet de aynı şekilde korunarak gelmiştir. Peygamber hem Allah'ın kitabının hem de Sünnetin taşıyıcısıdır. Kur’an-ı Kerimi bize getiren peygamber olduğu gibi onun uygulamasını ve açıklamasını da peygamber bizlere hem yaşayarak hem beyan ederek öğretmiştir. Bundan dolayı dinin sahibi de hamili de şeriatın koruyucusu da peygamberin kendisidir.
Kur’anın kaynağı vahiy olduğu gibi, sünnetin kaynağı da vahiydir. Ancak vahiy iki kısımdır. Birincisi “Vahy-i Metluv” yani ibadet için okunan vahiydir. Bu Kur’ân-ı Kerimdir. İkincisi, “Vahy-i Gayr-i Metluv”dur. Bu da Kur’an dışında dinin kaynağı olan “Sünnet”tir. Nitekim yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “O Peygamber kendi hevasından konuşmaz. Onun bütün konuşmaları vahiydir” (Necm, 53:3) buyurarak bunu ifade etmektedir.
Sünnet olmadan Kur’ân-ı Kerimin pratiğe aktarılması ve uygulamaya konulması mümkün değildir. İşin bu yönüne bakıldığı zaman Sünnet Kur’ânın hayata yansımasından başka bir şey değildir. Kur’an “Anayasa” konumundadır. Anayasalar ancak yasalarla ve yönetmenliklerle pratiğe yansır ve uygulamaya konulur. Aynı şekilde Sünnet de Kur’ân-ı Kerimin mücmelini tafsil, müphemini tefsir, umumunu tahsis ve mutlağını takyit etmektedir. Dolayısıyla Sünnet olmadan Kur’ân-ı Kerimi anlamak ve uygulanabilir hale getirmek mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerimde emredilen namaz, hac, kurban, zekât ve oruç gibi ibadetlerin nasıl yapılacağı bilinemez.
Miras hukuku ile ilgili ayetin (Nisa, 4:11) hükmünü “peygamberler mal miras bırakmaz” (Buhârî, İ’tisâm 5; Müslim, Cihâd 51) hadisi tahsis etmiş hususileştirmiştir. “Mallarınızı aranızda batıl bir surette yemeyiniz” (Nisa, 4:29) ayetini “Meyveleri olgunlaşmadan satmayın” (Buhârî, Buyû’ 82; Müslim, Buyû’ 51) hadisi takyit etmiş, kayıt altına almıştır. Sünnet, yani hadis olmazsa bu konuda nasıl hareket edileceği elbette bilinemez, her kafadan ayrı bir ses çıkar ve uygulama imkânı zorlaşırdı.
Yüce Allah'ın Kur’ân-ı Kerimde “Bugün dininizi kemâle erdirdim, size olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’dan razı oldum” (Maide, 5:3) ayeti Kur’an ile beraber Sünnetin de tamamlandığını ifade etmektedir. Bu ayeti sünnetten ayrı olarak düşünmek doğru değildir.
1. Peygambere ve Sünnetine Olan İhtiyaç:
İmanın tercümanı olan “Kelime-i Tevhid” iki kelam ve iki kelimedir. Birincisi “Lâ ilâhe illallah” ikincisi “Muhammed Resulullah” kelamıdır. Yüce Allah imanı ancak bu ikisi ile kabul etmektedir. Dinin temeli ve esası “Tevhide” ve “Nübüvvete” imandır. Nübüvvet olmazsa Allah'ın birliği bilinemez, Allah'ın varlığı ve birliği ancak nübüvvet ile sabit olur. Allah-ü Teâlâ imanı ve dini ancak peygamberlik müessesesi ile tahakkuk eder ve nübüvveti gerekli kılar.
Nübüvvete ve sünnete olmazsa din bilinmez ve yaşanmaz. Bunu birkaç madde içinde izah edelim.
1. İnsanlar imana ve ilâhiyata ait bilgileri peygamberlerden öğrenirler. Peygamberler olmazsa Allah’a, ibadete ve ahrete ait hususlar bilinemez.
2. Allah'ın kullarından isteklerini, emir ve yasakları peygamberler haber verirler. Bu emir ve yasakların nasıl uygulanacağı yine peygamberlerin ibadetleri ve uygulamaları ile bilinir.
3. Allah'ın emirleri rızası ve memnuniyetine uygun yapılmasını peygamberlerden görerek uygulamaya geçirirler.
4. Güzel ahlak kuralları peygamberlerin ahlakı ile bilinebilir. Zira peygamberler güzel ahlakı tamamlamak için gönderilmişlerdir.
5. Vahyin korunması ancak peygamberin sünneti ile mümkündür. Yüce Allah “Şüphe yok ki zikri biz indirdik, onu koruyacak olan biziz” (Hicr, 15:9) buyurmaktadır. Her şeyi sebepler tahtında yapan yüce Allah Kur’ân-ı Kerimi de peygamberin sünneti ve sünneti koruyan ulemanın içtihatları ve ilimleri ile korumaya devam etmektedir. Yüzlerce âlim peygamberin sünnetini korumaya kendilerini adamışlardır.
İmam-ı Şafii (ra) peygamberin sünnetinden hiçbir şeyin kaybolmadığını tümünün sahabeler ve tabiin âlimlerinin toplayarak muhafaza edip bizlere kadar doğru bir şekilde ulaştırdıklarını ifade etmiştir. Peygamberimizin (sav) sözleri, fiilleri ve takrirleri ravileri ve sıhhat dereceleri ile beraber derlenip toplanmıştır.
Peygamberin vazifesi yalnız tebliğden ibaret değildir. Tebliğ yanında “Beyan” yani açıklama, “tatbik” yani uygulama ve “anlaşmazlıkları giderme” gibi vazifeleri de vardır.
1.1. Tebliğ: Tebliğ belagat kökünden gelmektedir. Belagat ise “muktezay-ı hâle mutabık” olarak, muhatabın seviyesine göre, yanlış anlaşılmalara vesile olmayacak şekilde söz söylemektir. Bu nedenle yanlış anlaşılabilecek şekilde konuşmak tebliğ sayılmaz. Tebliğin içinde açıklama, anlaşılmayanı anlaşılır hale getirme, seviyeye göre konuşma, tatbikatın gösterme ve doğru şekilde uygulama da vardır. “Peygambere düşen sadece tebliğ etmektir” (Âl-i İmran, 3:20; Mâide, 5:92, 99; Nahl, 16:35, 82; Ankebut, 29:18; Yasin, 36:17; Şura, 42:48; Tegâbün, 64:12 ) ayeti tebliğin bütün yönlerini içine alan veciz ve beliğ bir ifadedir.
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Ey şanlı Resul! Rabbinden sana inzal edileni tebliğ et. Şayet bunu yapmazsan elçilik görevini yapmamış olursun. Allah seni inkarcıların hile ve tuzaklarından koruyacaktır” (Mâide, 5:67) buyurmakta ve tebliğ vazifesinin yapılmasını emretmektedir.
Peygamber elinden geldiği gibi bütün gayretini göstererek tebliğ vazifesini yapacak sonucu Allah’a bırakacaktır. Nitekim yüce Allah “Ey Muhammed! İnsanları Rabbin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et” (Nahl, 16:125) buyurarak tebliğin en güzel şekilde yapılmasını emretmiştir.
1.2. Beyan: Peygamberimiz (sav) tebliğ vazifesi, tatbik ve beyan vazifelerini de içine alan bir vazifedir. Nitekim yüce Allah “Biz senden önce de kendilerine vahy ettiğimiz nice peygamberler gönderdik. Bilmiyorsanız bir bilene sorun. O peygamberler kitaplar ve beyyinelerle bu görevi ifa ettiler. Ey Resulüm, biz size de bu zikri inzal buyurduk ki insanlara tebliğ ve beyan edesin umulur ki tefekkür etsinler” (Nahl, 16:43-44) buyurarak peygamberin beyan görevini anlatmaktadır.
1.3. Anlaşmazlıkları giderme: Peygamberin bir vazifesi de “anlaşmazlıkları” gidermektir. Nitekim yüce Allah Kur’ân-ı Kerimi okuyan mü’minlere “Allah’a ve Resulüne itaat edin ve bir anlaşmazlığa düştüğünüz zaman onu Allah’a ve Resulüne götürün” (Nisa, 4:59) emreder. Bu emir nasıl uygulanacaktır? Allah’a itaat Kur’ân-ı Kerime uymak ise, peygambere itaat ne anlama gelmektedir? Peygamber şu an hayatta olmadığına göre bu emre bu günün mü’minleri nasıl uyacaklardır?
2. Kur’an Sünnete “Hikmet ”adını vermiştir:
Peygamberimiz (sav) “Dikkat edin, bana Kur’ân ve onun benzeri verildi” (Ebu Davud, Sünnet, 5) buyurarak izah etmiştir. Kur’ân bellidir. Kur’anın benzeri nedir? Elbette Kur’anın beyanı ve açıklaması olan ve “Hikmet” denilen “Hadis” ve “Sünnet”tir. Bütün bu izahlardan anlaşılmaktadır ki, Sünnet’e müracaat etmeden Kur’ânı anlamak ve uygulamak mümkün değildir.
Peygamberin görevlerinden biri de insanlara “Kitabı ve hikmeti öğretmektir.” (Âl-i İmran, 3:164) Bu ayette geçen Kitabın Kur’ân-ı Kerim, hikmetin ise sünnet ve hadis olduğunu müfessirler açıklamışlardır. Hikmet, Kur’ân-ı Kerimin incelikleri, manaları ve sırlarıdır. (Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, 1:928)
Yüce Allah kitabın dışında bir de hikmeti öğretmiştir. “Kime hikmeti vermiş ise ona pek çok hayır vermiştir.” (Bakara, 2:264) Peygamber insanları Allah'ın yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet eder. (Nahl, 16:125) Bu ayette geçen hikmetten maksat Sünnet denebilir.
3. Peygamberimiz (sav) “Kur’anı” yazdırdığı gibi “Sünneti” de yazdırmıştır:
Peygamberimiz (sav) dinin korunması için “Sünnetin” korunması gerektiğini haber vermiş ve sahabelerini “Sünnetini” korumaya teşvik etmiştir. “İlmi yazarak kaydedin” (Darimi, Mukaddime, 43) hadisi Kur’an için söylenmemiştir. Zira Kur’anı zaten “Vahiy Kâtiplerine” yazdırıyordu. İhtiyari olan Kur’an dışındaki hadislerdir. Nitekim peygamberimiz (sav) “Allah bizden bir söz işitip muhafaza eden, sonra onu bir başkasına tebliğ edenin yüzünü ak etsin ve güldürsün” (Tirmizi, İlim, 7) buyurarak hadislerin muhafaza edilmesini emretmiştir.
Peygamberimiz (sav) Mekke döneminde ve Medine’ye hicretin ilk yıllarında Kur’ânın muhafazasına önem vermiş ve “Benden Kur’ândan başka bir şey yazmayın” buyurarak “Vahye” başka sözün karışmamasına çok dikkat etmiştir. Zira henüz sahabeler Kur’an ile hadis konusunda fazla bilgi sahibi değillerdi ve bunları birbirlerine karıştırabilirlerdi; ama aradan geçen 15-20 sene içinde Kur’anı çok iyi öğrenmişler ve artık Kur’anın evamirini tatbike ve uygulamaya başlamışlardı. Anlamadıkları hususları peygamberimize (sav) gelerek soruyorlardı. Uygulamada anlaşmazlığa düştükleri konularda peygamberimize müracaat ediyorlardı. Bu durumda artık “Kur’an” ile “sünnetin” karışma tehlikesi söz konusu değildi. Bu nedenle peygamberimiz (sav) Sünnetin yazılmasını emretti. Kur’ân-ı kerimi bilen ve gerek ticaret amacı ile, gerekse hac ibadeti için uzaktan gelerek peygamberimizi bir iki defa görmek ve sohbetini dinleyerek istifade edenler bunu unutmadan kabilelerine götürmek isteyenlere peygamberimiz (sav) “Bunları hıfzedin ve gittiğiniz yerlerde anlatın” buyuruyordu. Hafızasından şikâyet eden sahabeye “Sağ eline müracaat et” (Tirmizi, İlim, 12) buyurarak yazmasını emrediyordu. Peygamberin sözlerini çarpıtarak ve tahrif ederek aktarılmasını önlemek için de “Kim benden bilerek yalan isnat eder, benden olmayan bir sözü söylerse cehennemde yerini hazırlasın” (Buhari, İlim, 38) buyurarak yalan ve yanlış sözlerin önünü kesiyordu.
Meşhur Veda Hutbesinde “Sözlerimi burada bulunanlar bulunmayanlara tebliğ etsin” (Tirmizi, İlim, 9) buyurarak Kur’an gibi risalet vazifesinin son görevi sünnetin de tebliğini sahabelere vazife olarak tevdi etmiştir.
4. Sahabenin Sünneti Muhafazadaki Gayretleri:
Peygamberimizin (sav) hadislerinin ve sünnetinin muhafazası konusunda sahabelerin büyük gayretleri olmuştur. Sahabe peygamberimizin (sav) hadislerini toplamak için değil örnek almak ve yaşamak için yaşayarak muhafazasına önem vermişlerdir. Bu nedenle İslam bilginleri “Medine Ehli”nin amelini dinde delil olarak almışlardır. Zira Medine Sahabeleri ibadet ve ahlak hayatında yaptıklarını mutlaka peygamberden görerek veya takririni alarak yaptıklarına hükmetmişlerdir. Dolayısıyla peygamberin sünneti sözlü ve yazılı olması yanında yaşanarak da muhafaza edilmiştir.
Sahabeler peygamberimizden öğrendiklerini daha sonra bir araya gelerek müzakere ederlerdi. (Hatîb el-Bağdâdî, Câmî li Ahlâki’r-Râvî ve Âdâbi’s-Sâmî, 46, Mısır, Tarihsiz) Hatta sahabelerin bir kısmı peygamberimizin (sav) yanında onu dinlerken diğerleri işleri gereği yanında bulunamamışlarsa geldikleri zaman sorarlar ve öğrenmeye çalışırlardı.
Yine sahabeler kendilerinden hadis öğrenmek isteyen tabiinden olan talebelerine “Bu hadisleri öğrenin ezberleyin ve kendi aranızda müzakere edin ve birbirlerinize hatırlatın” (Darimi, Mukaddime, 51) diye tembihatta bulunurlardı. Peygamberimizden hadis öğrenmek ve bunları kayda geçirmek için görevli sahabeler vardı. Bu sahabelerin başında da Hz. Ebu Hureyre (ra) gelmektedir. Nitekim Ebu Hureyre (ra) çok hadis rivayet ettiği için tenkide uğrayınca şöyle demiştir: “Muhacir kardeşlerimiz çarşı-pazarda ticaretle, Ensar kardeşlerimiz de bahçe ve bağlarda işleri ile meşgul olurken, ben karın tokluğuna peygamberimizin (sav) yanından ayrılmayarak onların görmediklerini görmüş ve duymadıklarını duymuşum, onların öğrenemediklerini de öğrenmişim.” (Buhari, İlim, 42)
Ebu Hureyre (ra) bu konuda peygamberimiz (sav) tarafından görevlendirildiğine (Mektubat, 2004, s.226) peygamberimizin (sav) ona “Ya Sahibe’l-Uzuneyn!” şeklinde hitap buyurmasından da anlamak mümkündür. Zira “Ey iki kulaklı!” buyurarak kulağına dikkat çekmiş ve iyi dinlemesini tembihlemiştir. Hatta Ebu Hureyre (ra) peygamberimize “Bende unutkanlık var, bazen sizden işittiklerimi unutuyorum” diyince peygamberimizin (sav) kendisine dua ettiği ve ondan sonra asla unutmadığı” (Buhari, 2:60; 3:68, 143; Müslim, Hadis No: 2492; Mektubat, 250) rivayet edilmektedir.
Hz. Ömer (ra) bir sahabe kardeşi ile sözleşerek sırası ile peygamberimizi (sav) takip ettikleri bir gün biri bulunmazsa ertesi gün peygamberimizin (sav) ne yaptığı ve ne konuştuğunu birbirlerine haber verdikleri anlatılmaktadır. Bu da sahabelerin peygamberimizi (sav) nasıl takip ederek ondan ilim ve hikmet öğrenmeye çalıştıklarını göstermektedir.
Sahabeler peygamberimizden (sav) sadece işitmekle kalmamışlar bizzat uygulamasına dikkat ederek peygamberimizin (sav) ne yaptığını ve nasıl yaptığına dikkat etmişlerdir. Nitekim Hz. Ali (ra) “Resulullah’ı mestlerin üzerine mesh yaparken görmemiş olsaydım, ben mestlerin altını mesh etmeyi daha uygun görürdüm” (Ebu Davud, Tahare, 63) demiştir. Yine Hz. Ali (ra) Kufe’de ayakta su içmiş, “Suyu ayakta mı içiyorsun?” diye soranlara “Ayakta su içiyorsam peygamber (sav) ayakta su içtiğini gördüğüm içindir; otururken içiyorsam otururken su içtiğini gördüğüm içindir” (Müsned-i Ahmed, 1:134) şeklinde cevap vermiştir.
Bununla beraber sahabeler peygamberimiz (sav) peygamberimizin (sav) “Benden yalan haber veren cehennemde yerini hazırlasın” (Buhari, İlim, 38) hadisinin tehdidinden korkarak Resululallah’a (sav) muhalefet olur korkusu ile görevli sahabeler dışında her önüne gelen hadis rivayet etmemişlerdir. Bu hususlar “Hadis Usulü” kitaplarında detayları ile anlatılmıştır.
5. Tabiin ve Tebe-i Tabiinin Sünneti Tedvin ve Tasnifi:
Tedvin, hadislerin toplanması, sıhhatinin araştırılması ve konularına göre bu hadisleri derlemesidir. Tedvin dönemi hicri I. asrın sonları II. asrın ortalarına kadardır. II. asrın ortalarından itibaren de “Tasnif” dönemi başlamıştır. Bu da bir ihtiyaçtan ortaya çıkmıştır. Abbasi halifesi Ömer b. Abdülaziz (ra) Medine Valisi Ebubekir b. Hazm’a ve ülkenin bütün valilerine gönderdiği resmî bir genelge ile “Hz. Peygamberin (sav) hadislerinin ve sünnetinin araştırılarak toplanmasını” (Buhari, İlim, 34) ferman etmiştir. Bunun üzerine ilk tedvin çalışmasına İbn Şihab ez-Zührî (v. 124/742) olmuştur. O kadar hadis toplamıştır ki topladığı ve yazdığı hadisleri hayvanlarla taşıdığı söylenmektedir. Hadislerin tedvini için pek çok hadisçiler seyahatler yapmışlardır. Hayatını buna adayan pek çok muhaddis olmuştur.
Hadislerin tedvininden sonra “tasnif” dönemi başlamıştır. Tasnif, hadislerin konularına göre derlenerek kitaplar halinde bir araya getirilmesidir. Bu dönemde Musannef, Sünen, Müsned ve Sahih adı altında eserler ortaya çıkmıştır.
Sonuç:
Hadisin korunması Kur’ânın korunması için önemlidir. Çünkü sünnet Kur’anın tefsiri ve açıklamasıdır. Kur’anın yanlış yorumu ve yanlış anlaşılması tahrifin başlangıcı sayılır. Sünnet Kur’anın keyfi yorumlara tabi tutulmasını önler. Doğru anlaşılması ve uygulanmasını sağlar. Bu nedenle Kur’ânın korunması Hadisin ve Sünnetin korunmasına bağlıdır. Sünnetin korunması ile ulemanın ve mücedditlerin görevidir. Başta mücedditler olmak üzere İslam bilginleri peygamberin (sav) sünnetinin tamamını en ince detaylarına kadar korumuş ve Kur’ân-ı kerimi buna göre yorumlamışlardır. Yahudi ve Hıristiyanlarda “Sünnet” kavramı olmadığı ve Tevrat ile İncil din azizlerin, adamları ve ruhbanların insafına terk edildiği için tahrife uğramıştır. Kur’an-ı Kerimin değişememesi ve korunmasının en önemli sebebi ise İslam bilginlerinin kendi anlayışlarına ve hevalarına göre değil Kur’ânı Sünnete uygun yorumlamalarından dolayıdır.