Ahirzaman karanlıklarında kalmak istemiyorsak mana âleminin güneşlerini, yıldızlarını takip etmek zorundayız; aksi takdirde sırat-ı müstakimden ayağımız kayar, ebedî müflislerin defterine kaydolma tehlikesiyle yüz yüze geliriz.
Hz. Yusuf’un (as) ayak izleri iffet caddesine, samimiyet iklimine götürürken, imtihanın ateşinde yanmamak için şiddetle muhtaç olduğumuz azık olan sabrı Hz. Eyyûb’ün (as) torbasında buluruz. İmana hizmet gibi güneşlerden daha parlak mücevherin sahibi olanların adi çakıl taşlarına rağbet ettiği talihsiz zamanlarda, Hz. Yunus’un (as) balığın karnındaki hali imdatlarına yetişir. “O söylüyorsa doğrudur” ifadeleriyle tarif edilen sadakat arşına ancak Hz. Ebubekir’in (ra) himmetiyle çıkılabilir, adaletin gölgesini aradığımız bu günlerde toplumsal yaralarımıza Ömer (ra) kametli zatlar merhem sürebilir. Ebu Ubeyde’yi (ra) tanımayan nesiller emin olma vasfını kemaliyle anlayamazlar.
Kalbimizi aşağılardan çevirip, başımızı göğe kaldırabilsek, peygamberlere bakabilsek, güneş misal nurları hayatımızı karanlıklardan kurtaracaktır. Peygamberlerin talebelerine nazar edebilsek, onların gölgesinde fazilet ve kemalat semalarına çıkan Allah dostlarına dürbün tutabilsek, o yıldızlar cemaati, ışıktan elleriyle cennet ufuklu yamaçları gösterecekler ve ne yöne gideceğinin şaşkınlığıyla kalakalmış bizleri çıkmaz sokaklardan Allah’ın inayetiyle kurtaracaklardır.
Biz Müslümanlar saadet-i ebediye mahsulü çıkaran bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz. Peki, neden başı darda olan çark hükmündeki kardeşlerimize yardım etmekte tereddüt soluyoruz? Fabrika sahibinin, fabrikayı yıkıp dağıtacağından neden korkmuyoruz? Evet, bizler ebedi mutluluğa yelken açmış aynı gemide yolculuk yapıyoruz. Öyleyse, geminin farklı yerlerinden feryatlar yükselirken, ahlar vahlara karışırken kulaklarımızı tıkadığımız takdirde henüz dünyada iken bile mutluluk planlarımızın heder olacağını bilmemiz lâzım. Mademki aynı vücudun azaları, hücreleriyiz; hasta olan organlarımızın imdadına topyekün koşmamız gerekmez mi?
Bu gün on dört asır gerimizde kalan (!) Medineli Müslümanları, Ensar’ı daha iyi anlamalıyız, onlardaki îsar hasletini keşfetmeliyiz ve onların adımlarını takip etmeliyiz; buna her zamandan daha şiddetle muhtacız. Îsar; diğerkâmlık, fedakârlık, cömertliğin en yüksek hâli olarak tarif ediliyor. İnsanlık âleminde bu kıymetli hasleti aradığımızda asr-ı saadet çarşısında, Ensar’ın yüreklerinde bulabiliriz; öyleyse bu kutlu süvarilerin gönülleri fethetmekte en tesirli iksirleri olan bu îsar sırrını çözüp hayatımıza formüle etmeliyiz.
Ensar’dan Sa’d b. Rebi (ra) zengin bir tüccardı, Medineli Müslümanların ilklerindendi, Akabe’de Allah Resûlü’nün ellerini tutarak “Canım canınla, kanım kanınla” diyenlerdendi. Uhud’un bir köşesinde şehadet şerbetini içmek üzere iken dava arkadaşı Muhammed b. Mesleme’ye (ra) “Allah’ın Resûlüne selâmımı söyle. Ve de ki: ‘ben şu anda cennetin kokusunu alıyorum. Kavmime de, gözlerini açıp kapatmaya güçleri yettiği müddetçe, Allah Resûlü’nü koruyamaz, Ona bir zarar gelirse bundan dolayı yarın ahirette kurtulamazsınız, de…’ diyen büyük Sahabeydi. Resûlullah (asm) Sa’d b. Rebi’yi, Abdurrahman bin Avf (ra) ile kardeş yapmıştı. Hz. Sa'd (ra) kardeşlik ahdine bedel Hz. Abdurrahman’a (ra) şöyle dedi: “Ey kardeşim! Ben zenginim. Her şeyimi ikiye bölüp paylaşalım. İki eşim var. Hangisini beğenirsen boşayayım, iddeti bitince onunla evlen.” Hz. Abdurrahman buna razı olmadı ve şöyle dedi: “Allah sana, malına, çoluk çocuğuna bereket ihsan etsin! Sen bana çarşının yolunu göster. Ben çalışıp kazanayım.”
Ebu Hüreyre'den (ra) gelen bir rivâyete göre: "Bir gün Hz. Peygamber'in huzuruna bir adam geldi ve açlıktan takatinin kesildiğini söyledi. Rasûlullah, hanımlarına bu adama bir şeyler vermeleri için haber gönderdi. Hanımları evlerinde sudan başka bir yiyecek bulunmadığını söyleyince Resûl-i Ekrem "Bu gece bu adamı kim misafir edecek?" dedi. Bunun üzerine Ensâr'dan biri (Ebu Talha olduğu rivâyet edilmektedir) “Ya Resûlallah, ben misafir ederim” dedi. Onu evine götürdü. Evde hanımına yiyecek bir şey bulunup bulunmadığını sordu. Karısı da yalnız çocukların yiyeceği kadar bir şey bulunduğunu söyledi. O da “Öyleyse onları bir şeyle avut, sofraya gelmek isterlerse uyut. Misafirimiz eve gelince lambayı söndür, ona kendimizi de yiyormuş gibi gösterelim” dedi. Sofraya oturdular. Misafir karnını doyurdu. Kendileri karanlıkta yiyormuş gibi davrandılar ve aç yattılar. Sabah olunca Efendimiz (asm) şu müjdeyi verdiler: "Bu gece misafirinize karşı yaptığınız davranıştan Allah razı oldu.”
Yermuk savaşında vuku bulan bir hadise var ki isarın en şaşaalı örneklerindendir.
Hz. Huzeyfe (ra) anlatıyor: “Yermuk harbinde, yaralılar arasında kalan amcamın oğlunu aramak üzere savaş alanında geziyordum. Yanımda biraz su vardı. Hava da çok sıcaktı. Amcamın oğlunu buldum. Su isteyip istemediğini sordum. Başıyla isterim, dedi. Tam suyu içireceğim sırada öteden birisi, ‘Ah su!’ diye inledi. Amcazâdem gitmemi ve suyu ona içirmemi işaret etti. Gittim, baktım ki Âsım'ın oğlu Hişâm. Tam ona su vereceğim sırada başka birisi “Su!” diye feryat etti. Hişam da suyu içmedi ve beni ona gönderdi. Arayıp buldum, fakat kendisine suyu ulaştırıncaya kadar şehit olmuştu. Hemen Hişâm'ın yanına koştum, o da şehit olmuştu. Bari suyu amcamın oğluna içireyim diye onun yanına gittim, fakat o da şehit olmuştu. Nihayet su elimde kaldı. Allah hepsine rahmet etsin.”
Kelâm-ı Ezelî’de Sahabelerin bu yüksek hasleti şu şekilde sena edilmektedir: Kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile, başkalarını kendi öz canlarına tercih ederler. " (Haşr, 59/9).
Sahabeler her cihette olduğu gibi îsar hasletini de Rehber-i Âzam Hz. Muhammed’den (asm) öğrenmişlerdi. Hz. Musa (as) “Ya Rabbi, Muhammed’in (asm) senin katındaki derecesini bana göster” deyince, Cenab-ı Hak “Buna dayanamazsın. Yalnız onun derecelerinden sadece birisini sana göstereyim” buyurdu. O derece gösterildiğinde Musa (as) bu derecenin azamet nurundan düşüp öleceğini zannetti. “Ya Rabbi! Bunu ne ile elde etti?” diye sorduğunda “İnsanlara isâr ile” cevabını aldı.
Gün, Allah Resûlü’ne hakiki ümmet olduğumuzu gösterme günüdür, Ensar’ın adımlarını takip etme zamanıdır. Memleketlerini kasıp kavuran yangından canlarını kurtarıp kapımıza gelen, bizden rahmet ve sevgi bekleyen Suriyeli kardeşlerimize karşı Ensar olma vaktidir.
“Mü’minler ancak kardeştirler” (Hucurat, 49/10) ferman-ı kudsisi gereğince kardeşlik hukukunun hakkını vermeli, rıza-yı İlâhiyi kazandıracak bu nimetini uzmanın kıymetini takdir ederek ayağımıza kadar gelen talih kuşunu ürkütmemeliyiz.
Eskiler sözü büyük bir zâtın güzel bir sözüyle bitirirmiş ve buna “hitamuhu misk” derlermiş. Biz de misk gibi koksun diye büyüklerimizin bu güzel âdetine imtisalen Bediüzzaman Hazretleri’nin hastalığımıza tam ilaç mahiyetindeki şu ifadeleriyle bahsimize hatime verelim:
“Ey insafsız adam! Şimdi bak ki, mü'min kardeşine kin ve adâvet ne kadar zulümdür. Çünkü, nasıl ki sen âdi, küçük taşları Kâbeden daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud'dan daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle de, Kâbe hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok evsâf-ı İslâmiye muhabbeti ve ittifakı istediği halde, mü'mine karşı adâvete sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusurâtı iman ve İslamiyet’e tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu, aklın varsa anlarsın.
Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder. Evet, inkâr edemezsin ki, sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostâne bir rabıta anlarsın ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğunuzdan, arkadaşâne bir alâka telâkki edersin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla, uhuvvetkârâne bir münasebet hissedersin. Hâlbuki imanın verdiği nur ve şuurla ve sana gösterdiği ve bildirdiği esmâ-i İlâhiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var.
Meselâ, her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir-bir, bir, bine kadar bir, bir.
Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir-bir, bir, yüze kadar bir, bir.
Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir-ona kadar bir, bir.
Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler bulundukları halde, şikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü'mine karşı hakikî adâvet etmek ve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i'tisaf olduğunu, kalbin ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın.”