Dün tanıdım Suriye mültecisi kardeşimizi. Adı Mahmud’du. Üç oğlunu Şam'ın bir banliyosundaki camide namaz kılarken, bombardımanda şehid vermiş, kendisi de “şüheda babası” olma saadetine ermişti. O, can yakan bu “zahiri firak” hadisesi karşısında " İnna Lillah ve inna ileyhi raci’un” diyordu.
Metindi ama bizim gözlerimiz bulutlanmıştı; geçen Ramazan oruçlu iken Fırat Nehri’nde boğularak şehit düşen oğlunu hatırlayan camii imamı dostumuz ise sessizce ağlıyordu.
İkindi namazından çıkmış, Kur’an tefsiri dinlemek – talebe-i ulum sıfatına sahip olma bir yana, onları sevme şerefine nail olmak- üzere imam odasına geçmiştik.
İlk başta birine iş bulunduğu şeklinde havadis konuşuldu, ardından da o geldi mihmandarı olan tecrübeli mülteciyle, içeriye utana sıkıla değil, ölçülü bir şükran hissiyle girdi.
Hemen kapının yanına çökmek istedi selam verdikten sonra. Arabi lisanı iyi bilen imam dostum ısrar edip onu yukarı çağırdı, ardından da biz işaretle yukarıya buyur ettik; yanımdaki boş yeri işaretledim ona. Bizi Arabi lisandan ve Osmanlıca’dan uzak tutan zihniyete iğbirarım daha bir büyüdü.
İçeriye ondan sonra girdiler. Biri başından yaralıydı ve sekiz yaşındaydı. Büyüğü on yaşında var ya da yoktu. Verilen bilgiye göre, sınıra ulaşmaya çalışırken yaralanmıştı çocuk. İsimlerini sormak istedim ama zemin müsaid değildi.
Mahmud’un, evladının şehadet haberiyle okuduğu bir ayet daha vardı. Fecr suresinin 27. Ayeti. “Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön.”
Bununla, Rabb-ı Rahim’in razı olacağı fiilleri işlemekten ve sabırdan başka bir vazifemizin olmadığını murad etmişti, belli… Eve dönüp de Surenin mealini tamamen okuyunca, tarihteki zalim ve uluhiyet dava edenlerin başına gelen musibetleri hatırlattığını da anlayarak inşirah bulmuştum. “Zalimler için yaşasın Cehennem” hitabı da bu manaya bakmıyor muydu hani?
Hem Mahmud’u, hem çocuklarını seyrederken hatırlayıp ümitle doldum:
“Eskiden beri I’la-yı kelimetullah ve beka-yı istiklaliyet-I İslam için; farz-I kifaye-I cihadı deruhte ile kendini yek-vücud olan alem-I İslam’a fedaya vazifedar ve Hilafete bayrakdar olan bu devlet-I İslamiye’nin felaketi, alem-I İslam’ın saadet ve hürriyet-I müstakbelesiyle telafi edilecektir.” ( Asar-I Bediiyye, Envar Neşriyat, Hakikat Çekirdekleri, s.659)
Aynen böyleydi. Yaklaşık 1000 yıldan beri Allah ism-i celilini –ve alametlerini- cihanda en yükseğe çıkarmaya ve İslam aleminin istiklalinin devamlı olması için farz-ı kifaye olan cihad vazifesini üstlenen ve -her türlü etnik unsuruyla birlikte- İslam aleminin İttihadına feda etmekle vazifeli olan ve halifelik sancağını yükseltmek misyonunu üstlenmiş bu İslam devletinin felaketi, İslam Aleminin gelecekteki saadetiyle ve hürriyetiyle telafi edilecekti elbet; bunu “Muhbir-i Sadık”ın (asm) ihbari hadislerine dayanarak söyleyen Üstad ne haklıdır!
Gerçi buradaki “devlet-i İslamiye”den kasıt Osmanlı Cihan Devleti’dir. Tamamıyla olmasa da “ekseriyet”le İslami esaslara bina edilmiş bir devlet sistemine sahipti Osmanlı.
Nur Üstad Bediüzzaman Hazretleri Eskişehir Müdafaalarından birinde ve başka müdafaalarında Türkiye Cumhuriyeti için de “hükümet-i İslamiye” tabirini kullanır. Demek ki –müçtehidlerin ekseriyetince de kabul edildiği gibi- “İslam Devleti”nin –ya da Dar-ül İslam’ın- diğer tarifi; üzerindekilerin ekseriyeti Müslüman olan ülke demektir.
Bu temel ölçüye göre Suriye yaklaşık 40 yıldan beri “Ladini” Baas rejimi altında olmasına rağmen, yine de –ekseriyet ehl-i sünnet olmasından- “hükumet-I İslamiye”dir ve buradaki müjde sadece Suriye için değil, Filistin, Cubuti, Afganistan, Özbekistan, Çeçenistan vb. Ülkeler için de caridir.
Bakara-154 ayetini tefsir eden Üstad’ın ifadelerini düşününce de kalbimin sızısından bile eser kalmadı:
“Şehid kendini hayy bilir. Feda ettiği hayatı, sekeratı tatmadığından gayr-I münkatı’ ve baki görüyor. Yalnız daha nezih olarak buluyor. Başka meyyite nisbeti şuna benzer ki: İki adam rü’yada lezaizin enva’ına cami’ bir bahçede geziyorlar. Biri rüyada olduğunu bilir, ehemmiyet vermez. Diğeri ise yakaza bilir, hakiki mütelezziz olur.” ( Age. S. 132)
Bazı dost ve medya mensuplarının dolaylı olarak birtakım ülkelerin –kifayetsiz şekilde- muhalif ve mücahit güçlere desteklerini kerih, kabul edilemez görmelerine de Üstad’ın şu beyanları ile gülmeden edemedim:
“Gavurlardaki iki cereyanları nasıl görüyorsun?
-Şimdilik biri necis, biri encestir. Tahir-i mutlak yalnız desati-i İslamiyettir. Öyle ise iki cereyana da lanet. Evet, lakin bize bulaşmış olan encesin temizliği hesabına onun izalesine çalışan necise necis demekle, onu da kendimize sıçratmak maslahat olmasa gerektir. Mesela bir hınzır seni boğuyor. Ayı da onu boğuyor. Ayının bağrına dürtmekle kendine musallat etmek, akıldan ziyade cünundur. ( Ehl-i idarenin Suriye politikasını delilik olarak gören kimi eski dost ve” ulusalcıların” kulakları çınlasın) Zaten bir cinnet-i müstevliye dünyaya dağılmıştır.” ( Age. S. 85)