‘Sürü içinde’ tabiri, dışarıdan bakıldığında kulaklarımızı tırmalasa da, kibrimizi okşasa da, haklılık payı çok yüksek bir gerçekliktir. Sürü her yerde, her toplulukta ve her insanın zihninde vücut bulur.
Bir sürüye mensup olanlar ne yaparlar? Kapı açılıp “yürüyün” komutu gelince, yürürler, sabahtan akşama kadar bedenlerinin hizmetçiliğini yapıp; yer, içer ve yatarlar. Ve o türün bütün örnekleri, daha önce yapılan bu işi aynı şekilde devam ettirirler. Üstelik topluca… Sürüler halinde… Zaman, mekan, yaş farkı tanımadan. Aralarından hiç biri ;”ben bu gün otlamak istemiyorum. Yıldızları seyretmek istiyorum” demez.! Demiyor ve demeyecek de! Aralarından biri “ ben bu gün bu ırmağın kenarında otlanıp sulanmak yerine, bu güzel manzarada çiçeklerle böceklerle hayat kuracağım, onlarla konuşacağım” demez, diyemez! Veya topluca “biz neden yaratılmışız, yaradılış amacımız ne?” diye bir soru yöneltmezler kendilerine. Bu iş, yüz yıllardır aynı. Ye iç yat ve sağıl!
Bizim farklılığımız nerede???
Peki; insanlar ne yapar, onlar ne âlemde? Biz de belli bir zümrenin, toplumun içinde yaşarız. Toplumun genel geçer kurallarına uyarız. Genel olarak aynı işi yaparız. Gece yatarız, sabah bin bir zorlukla uyanırız, çalışırız ama çok çalışırız. Gündüz; akşamki yemeği ve hasret kaldığımız uykuyu düşünürüz. Gece; yarınki monoton hayatı düşünürüz. Tabi bize monoton gelmez hayat. O kadar uyanık değilizdir. Rüya âlemine bile dünyevi işleri karıştırıp aklımızdaki bütün meseleleri o âleme taşırız. Bunu isteyerek yapmayız. Zira rüyalarımıza yerleştirecek manevi âlemleri yakalayamayız.
Gel gelelim dualarımıza. Başlı başına ele alınacak bir konu olabilir. Ama söylemeden geçemeyeceğim. Bizler dua ettiğimizi zannedip duruyoruz uzun süredir. Dua ederken bile; araba, iş, eş, ev istiyoruz! Tabi zamanı değerlendirmek için bunu bir de kırk kere söyleyip garantiliyoruz. Nasıl bir keşmekeşin içerisinde çalkalanıyoruz. Dua bir müminin sadece maddi isteklerinden mi ibarettir yahu? Bu kutsal yüce varlık bu kadar kısıtlamak için kendini üzerine para mı veriyordur, nedir? Yakarıştır o. Sohbettir. Zikirdir. Anlık isteklerin aracı değil, daimi maneviyatın anahtarıdır.
İnsanoğlu ne hazindir ki bunlardan habersiz olmayı yeğleyerek, sürü içerisinde yaptığı bu tekdüze davranışlardan sıkılmaz vaziyette (?) devam eder yaşamaya. Sıkılır da, üstünü kapatır. Hiç düşünmemiş gibi yapar. Ve sürüye uygun hareket etiğinde, kendini rahat hisseder. Farklı olmaktan korkar. Monotonun dışına çıkmaktan, gündelik işlerin dışında hareket etmeyi irdelemekten çekinir. Sürünün vereceği tepkiden, sürüden dışlanmaktan çekinir.
Aslında insan gibi yaşamaktan ürker. Peki, korkulan şey nedir?
Öğrenmeye, sorgulamaya iten güç olmasın mı? Şöyle bir hayal edin; kendinize bakın, çevrenize bakın. Biz, gerçekten öğrenmekten korkan bir topluluğuz. Ama neden? İlk önce, öğrenmek için harcanacak çabadan, emekten, korkarız. Enerji kaybını gözümüzde büyütürüz. Oysaki yeni bir şeyler öğrenmek, vücudumuza her gün alışılmışı yaptırmaktan daha kolaydır. Bu aşamayı atlatınca, insan sorumluluk taşımaktan ürker. Bilir; bu yaptığı çok farklı, herkes gibi değil! Bu aşamayı da atlatınca, mesuliyet duygusu ve yol ayrımı çıkar insanın karşısına. İnsan bildiğinden mesuldür. Bu, çok ağır bir sorumluluk olarak gözükür insanın gözüne. Oysaki dağların, denizlerin, meleklerin üzerine almaya korktukları “Allah’ın Halifesi” sıfatını, O’nun tecelligahını almayı kabul edip, insan olmuştur (tabi bunu Rabbi istemiştir). Meleklerin secde ettiği, onların bile ulaşamayacağı makamlara ulaşmaya adaydır insan!
İnsan, öğrendiğini anlatmaktan, bildiklerini hayata geçirmekten asla vazgeçmemeli! İşte; bir yol ayrımı daha çıkıyor insanın karşısına! Ya öğrendiklerini bilmiyormuş gibi yapıp, o sıkıcı hayata tekrar döneceksin. Ya da, o sürüdekilerden farklı olup, kademe atlayacaksın. Öğreten olacaksın, öğrenmeyi bırakmadan! Alışverişi karlı olarak yapacaksın… Ayette de öyle demiyor mu; “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu!”Maddi, geçici makamlarda derece atlamayı başarı sayan ve dünya hayatında farklı olmayı göze alıp, bu dünya ve öteki âlemde cenneti yakalamayı reddediyor. Başarısızlık, salaklık, hatta ve hatta delilik olarak görüyor. Mevlana’ya dans hocası, Bistami’ye kâfir, Şems’e münafık diyenler… Peygamber efendimize hâşâ “deli, sihirbaz” diyenler, aynı insanlar değil miydi? Aynı sürü değil miydi?
İşte insanoğlu! O’nu, öğrenmeye iten gücü umursamayarak, (sürüsüne)meydan okumayarak, hayatını geçirmeye çalışan aciz bir yaratık. Kendisine “sürü” tabirini yakıştırmaz, yakıştıramaz. Keşke onlar kadar vazifemizi yapabilsek… En azından onlar yaradılışlarının hakkını veriyorlar. Ne öğretilmişse onu yapıyorlar. Ne İsteniyorsa onu veriyorlar. Ya insanlar? Niye yaratıldığını bilen ne kadar insan var acaba? Yaratıcının, insanoğluna verdiği değerin, bahşedilen nimetlerin ne kadar farkında acaba? Nefes alıp verirken beynine giden oksijenden haberi var mı? Bize verilen ve istenenlere karşı, biz ne yapıyoruz, neredeyiz, nasılız? İlerde “Keşke toprak olsaydım.”dememek için, iyi düşünmek gerekir. Öğrenmekten, öğretmekten kaçmamak gerekir. Yaradılışımıza, mizahımıza uygun hareket edip, yaratıcımıza bunun şükrünü eda etmemiz gerekir. Bunun yolu da; korkuyu geride bırakıp, öğrenmek için adım atmaktan geçer. Öğrendiklerini hayata geçirip, gelecek nesillere aktarmaktan geçer. Bunun için de, önce sürüden ayrılmak, hayatı yeniden sorgulamak ve deliliğe ulaşmak gerek…
Sürüden ayrılma zamanımız gelmedi mi???