Mart ayının 23’ünde yatsı namazı Kâbe-i Muazzama’da kılındı ve oradan büyük bir cemaat Mekke medresesine doğru yol aldı. Suudi Arabistan’da insanlar kendilerini yatsı namazından sonraya göre ayarlarlar. Mekke’de beş vakit namaz Harem-i Şerif’te kılındığı için ancak yatsı namazından sonra geniş bir zaman dilimi bulunabiliyor. İşte biz de yatsı namazından sonra Mekke medresesinin açılışında idik.
Kimler yoktu ki açılışta. Mustafa Sungur ağabey, Salih Özcan ağabey, Arap ülkelerindeki saygınlığı her türlü takdirin üstünde olan, bunu da hak eden ve Risale-i Nur’u Arapçaya tercüme eden İhsan Kasım ağabey, Türkiye’nin 81 ilinden ve Nur cemaatinin her kolundan gönüllü temsilciler, komşu ülkelerden mesela Dubai’den, Yemen’den, Mısır’dan Irak’tan, Suriye’den, Fas’tan, Avusturya’dan, Almanya’dan… Sadece bu açılışa katılmak için gelen daha onlarca ülkeden umreciler. Suudi Arabistan’da çalışan Türkler, Taif, Cidde, Medine, Riyad medreselerinin bütün vakıfları ve cemaatleri, İstanbul’dan bildiğim nur cemaatlerinin temsilcileri…
Nasıl tarif etmem gerektiğini bilmiyorum, bilemiyorum. Zaten tarifi de mümkün değil o heyecanın, o sevgi halesinin. O muhabbet fedailerinin birbirleriyle hasretle kucaklaşmalarının ardından “Aziz Kardeşim, nasılsın” dedikleri zaman mübalağasız sanki nasılsın demiyor da kalplerini ikram ediyorlardı biribirlerine. Heyecan dorukta idi. Hele seyyidler cemaatinin hep birlikte salona girişleri vardı ki medresedeki o kalabalık adeta okyanus dalgaları haline dönüşüverdi. O sevgi, o heyecan herkesin yüzüne aksetmişti. Nur talebelerinin bakışı da, duruşu da, gülüşü de başkalaşmıştı. Nurlu yüzler bir kat daha nurlanmıştı. Herkes nurdan bakıyor, nurlu gülüyor, nurla konuşup nuru okuyordu. İçler dışlar nur olmuştu. Bu nuraniyat Harem-i Şerif’te olunca yansıması da tarifi imkânsız bir hal alıyordu. Kâbe’nin nuru, Harem’in nuru, cennet-i muallânın nuru, ziyaretçilerin nuru, seyyidlerin nuru ve Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’u. Hepsi ittifak etmiş cemaatin üzerine yağıyordu Allah’ın Nur’u.
Sungur ağabey’e mikrofon uzatıldığında onun da heyecanı ellerine ve dudaklarına aksediyordu. Konuşması titrek, ince ve çok netti. Önce Mekke-i Mükerreme’nin, Kâbe-i Muazzama’nın kâinatın kalbi olduğunu söyledi. Sonrada Risale-i Nur’un Türkiye’ye gönderildiği gerçeğine vurgu yaptı. Omuzlarımıza yüklenen bu ilahi ihsanın bizim çok şükretmemizi gerektirdiğinin altını kalın çizgilerle çizdi. Hele bir cümle kurdu ki; bu nur talebelerinin ölçüsüydü, terazisiydi, mihengiydi; “Biz kimseye ders vermiyoruz arkadaşlar. Biz ancak kendi dersimizi okuyoruz. Biz yıllardır dersimizi tekrar ediyoruz.” Bu cümle bütün cemaati ihtizaza getirmişti. Ardından “teberrüken bir ders okuyalım” dedi ve Mesnevi-i Nuriye’yi eline aldı, tefeül etti ve açılan yeri okumaya başladı.
“BEŞİNCİ MESELE: Nasıl ki bir cemaatin malı bir adama verilse zulüm olur. Veya cemaata ait vakıfları bir adam zapt etse zulmeder. Öyle de: Cemaatin sa'yleriyle hâsıl olan bir neticeyi veya cemaatin haseneleriyle terettüb eden bir şerefi, bir fazileti, o cemaatin reisine veya üstadına vermek; hem cemaate, hem de o üstad veya reise zulümdür. Çünkü enaniyeti okşar, gurura sevk eder. Kendini kapıcı iken, padişah zannettirir. Hem kendi nefsine de zulmeder. Belki bir nevi şirk-i hafîye yol açar. Evet, bir kal'ayı fetheden bir taburun ganîmetini ve muzafferiyet ve şerefini, binbaşısı alamaz. Evet, üstad ve mürşid, masdar ve menba telakki edilmemek gerektir. Belki mazhar ve ma'kes olduklarını bilmek lâzımdır. Meselâ: Hararet ve ziya, sana bir âyine vasıtasiyle gelir. Senden Güneş'e karşı minnettar olmaya bedel, âyineyi masdar telâkki edip, Güneş'i unutup, ona minnettar olmak, divaneliktir. Evet, âyine muhafaza edilmeli, çünkü mazhardır. İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir âyinedir. Cenab-ı Hak'tan gelen feyze ma'kes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla feyiz noktasında makam verilmemek lâzımdır. Hatta bazı olur ki, masdar telakki edilen bir üstad, ne mazhardır, ne masdardır. Belki müridinin safvet-i ihlâsıyla ve kuvvet-i irtibatıyla ve ona hasr-ı nazar ile o mürid başka yolda aldığı füyuzatı, üstadının mir'at-ı ruhundan gelmiş görüyor. Nasıl ki bazı adam, manyetizma vasıtasıyla bir cama dikkat ede ede âlem-i misale karşı hayalinde bir pencere açılır. O âyinede çok garâibi müşahede eder. Hâlbuki âyinede değil, belki âyineye olan dikkat-i nazar vasıtasiyle âyinenin haricinde hayaline bir pencere açılmış görüyor. Onun içindir ki, bazen nâkıs bir şeyhin hâlis mürîdi, şeyhinden daha ziyade kâmil olabilir ve döner şeyhini irşad eder ve şeyhinin şeyhi olur.”
Sonra da oğlu Muhammed Nur’a verdi mikrofonu, sonra Vahdet Yılmaz aldı. (Vahdet Yılmaz’ı ayrı bir yazıda anlatacağım inşallah.) Sungur ağabeyden önümüzdeki günlerde Risale Haber okuyucularına aktaracağımız enfes hatıralar, arkasından cemaati aşka getirecek hatıralar için Üstadımızın akrabası olan Sabri Okur’un dünya hatıraları ve Dr. Ali İhsan ağabeyin Sovyetler Birliği hatıraları cemaate karmaşık duygular yaşattı. Ağlamak mı gülmek mi lazım geldiğini bilmez bir halde kalan büyük bir cemaat… Hele seyyidlerden Seyyid Muhammed el-Mas ve diğer seyyidler hatıralarını anlattığı zaman istiğrak hali bütün cemaate hâkim olmuştu. Yürekler bu hazzı taşımakta zorlanıyordu. İşte tam o anda vakıf kardeşlerin “yemek hazır” nidası adrenalini normal seviyeye düşürdü.
Ziyafeti, ondan sonraki programları, dershane hakkında geniş bilgiyi, Medine’de ve Mekke’de yaptığımız röportajları, Üstadımızın adını bilmediğimiz Medine’de yaşayan talebelerini, Mekke’deki ilk medresenin açılmasını, Dubai’deki hizmetleri ve daha nice bilgileri önümüzdeki günlerde siz değerli okuyucularımızın dikkatine sunacağız inşallah. Allah’a emanet olun.