Yine ‘bana öyle gelen’ birşey. Elbette hiçbirinizi zannım ile esir alamam. Mürşidimin ‘şuunat’ marifetini ‘esma’ marifetinden iki mertebe yukarıda görmesine dair birşeyler karalayacağım. Becerebilirsem. Tevfik refikim olursa. Öncelikle bu çıkarımı nereden yaptığımı alıntılayayım:
"Şu saray-ı âlem, şu mükemmel, müzeyyen eser, bilbedâhe, gayet kemâldeki ef'âle delâlet eder. Çünkü, eserdeki kemâlât, o ef'âlin kemâlâtından ileri gelir ve onu gösterir. Kemâl-i ef'âl ise, bizzarure, bir Fâil-i Mükemmele ve o Fâilin kemâl-i esmâsına, yani, âsâra nisbeten Müdebbir, Musavvir, Hakîm, Rahîm, Müzeyyin gibi isimlerin kemâline delâlet eder. İsimlerin ve ünvanların kemâli ise, şeksiz şüphesiz, o Fâilin kemâl-i evsâfına delâlet eder. Zira, sıfat mükemmel olmazsa, sıfattan neş'et eden isimler, unvanlar mükemmel olamaz. Ve o evsâfın kemâli, bilbedâhe, şuûnât-ı zâtiyenin kemâline delâlet eder. Çünkü, sıfatın mebdeleri, o şuûn-u zâtiyedir."
Bu, çoğunuzun zaten bildiği, Risalelerde birçok kez karşımıza çıkan 'eser, fiil, fail, isim, sıfat, şuunat ve zat' formülasyonu. Bir tefekkür pratiğinin özeti. Önce ‘eseri’ sonuç verecek ‘fiilin’ farkındalığını yaşıyorsunuz. (Nedensiz sonuç olmaz.) Sonra fiile bakıp fiili sonuç verecek failin farkındalığına uyanıyorsunuz. (Failsiz fiil olmaz.) Faili gördükten sonra da, ona, fiilin işlevi üzerinden bir isim koymak gerekiyor. (İsimsiz fail olmaz.) Çünkü bilmenin bir aşaması da tanıyıcı/tanıtıcı isimler koymaktır. Bu aynı zamanda kategorizasyonu sağlar.
İsimlere uyandıktan sonra o isimlerin tecelli niteliği ‘isimden öte’ bir farkındalık daha yaşatıyor. Nedir o? Yansıması ismin yanına sıfat konulmasını hakedecek şekilde mükemmel. Detaylı. Derin. Yani eyleyişini daha yakından tanımak için nitelik tarifine de muhtaçsınız. Burayı biraz daha açmaya çalışalım:
Kainattaki hiçbir fiil müstakil değil. Varoldukları her yerde mükemmel bir ‘eyleme zinciri’ de var. Bu zincir nedir? Kanundur. İşte bu kanun farkındalığından sıfat bilinci tetikleniyor. (Sıfat, fiile ve isme nitelik katar çünkü.) Sıfatlar zatı tanımaya bir adım daha yaklaştırıyor. Yani onlardan hareketle zata dair ilk farkındalıklarınız oluşuyor. İbn-i Arabî’nin (k.s.) tabiriyle ‘varlığını bilmekten gayrısı’ başlıyor. Çünkü o fail, yani isim sahibi, 'hep öyle eyliyor.' Hep öyle eylemek elbette eylemekten daha ötesidir. Görmezden gelinemeyecek kasıttır. "Bu kasıtların kaynağı nedir?" diye sorduğunuzda ‘şuunat’ kapınızı çalıyor:
"Merhametine mazhar olanların, hususan Cennet-i bâkiyede nihayetsiz enva-ı rahmet ve şefkatine mazhar olanların derece-i saadetlerine ve tena'umlarına ve ferahlarına göre, o Zât-ı Rahmânirrahîm, Ona lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi, Ona lâyık şuûnâtla tâbir edilen ulvî, kudsî, güzel, münezzeh mânâları vardır."
Bahsettiğim ‘iki mertebe yukarılık’ böyle birşey. Peki bu yukarılık neden? Esma tefekküründen daha üst ne var şuunatta? Bencileyin cevabım şu kârilerim: Şuunat; fiil, fail ve isim arasındaki tevhidî ilişkiyi görmemizi sağlıyor. Yani: Teşhis ettiğimiz fiillerden hareketle keşfettiğimiz faillerin ve o fiillerin türlerinden dolayı faillere koyduğumuz isimlerin arkasında, fiil-fail-isim sayısınca ayrı ayrı ipleri tevhid kiliminde buluşturuyor şuunat.
Elbette birleştirici olan aslında zattır. Yani o fiilerin tamamını aynı zatın yapmasıdır tevhidin birleştiriciliği. Fakat biz bu kadar farklı fiilerden, faillerden ve isimlerden tek zata geçişi keskin bir şekilde yapamadığımız için araya ‘şuunat’ girer. Şuunat bizim eyleyişler arasında benzerlikler kurmamızı sağlar. İsimleri birbirleriyle barıştırır. Bediüzzaman'ın 24. Söz'ün 1. Dalı'nda dikkatimizi çektiği 'birbirine bakar şe'n ve namlar' hakikatidir bu.
"Öyle de, Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbü'l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe'n ve namları; ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları; ve haşmetnümâ icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temessül ve cilveleri; ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları var."
Şe'n 'bakar,' isim 'görünür,' icraat 'benzer,' tasarruf 'ihsas eder.' Bediüzzaman hiçbir kelimeyi öylesine kullanmıyor. Bu durumu şöyle bir misalle biraz daha açmak istiyorum. Sözgelimi: Birer oğlunuz/kızınız var. (Allah bağışlasın.) Oğlunuz yemek pişirmekten hoşlanmıyor. Kızınız seviyor. (Genelde böyle olur zaten.) İkisi de birşeyler pişirip önünüze getirdiğinde, fiilden değil, fakat fiilin niteliğinden sahibini tanıyabilirsiniz. Eğer sırf fiil üzerinden gitseniz 'yemek pişirmek' fiili sizi 'yemek pişiren' failine, 'yemek pişiren' faili de sizi 'aşçı' ismine götürür. İyi de aşçıları nasıl ayıracaksınız?
Zahiren ikisi de aşçıdır. Ancak nesnede görünür haliyle sıfat, zata bakan tarafıyla ise şuunat, iki fiilin sahibini birbirinden ayırmanızı sağlar. Güzel yapan elbette kızınızdır. Masadaki on yemekten beşini kızınız yapsa, siz, o beş yemeği kızınızın şanından hareketle bayrağı altında toplayabilirsiniz. Çünkü o yemeği özenli yapar. Çünkü yemek yapmayı sever. Özen sıfatıdır. Sevgisi şuunatıdır.
Sıfat/şuunat tefekkürünün fiil/isim tefekküründen üstün yanı budur. Fiillerle ancak isimleri teşhis edersiniz. O fiillere ihtiyaç duyduğunuzda o isimlerle dualar edersiniz. Fakat o birbirinden bambaşka fiilerin/isimlerin aynı zatın fiileri/isimleri olduğunu nasıl bileceksiniz? Fiillerin benzer şartlarda tekrarı (yani bir açıdan failin şuunatını gösterir kastı) olan kanun boyutuna çıkmadan bunu nasıl yapacaksınız? Mesela: Hayatı da ölümü de yaratanın o olduğunu nasıl bileceksiniz? Sırf fiilden/failden hareketle bu teşhis mümkün müdür? Sanki zordur. İsimlerdeki tecelli farkı kafa karıştırıcı olabilir. İşte tam da bu noktada şuunat marifetine ihtiyaç duyduğumuzu düşünüyorum ben:
"Nasıl ki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdirledir. Öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdirle, bir hikmet ve tedbirledir. (…) Demek çekirdeğin mevti, sümbülün mebde-i hayatıdır; belki ayn-ı hayatı hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi hayat kadar mahlûk ve muntazamdır."
Evet. Hayatı da ölümü de yaratan odur. Çünkü ikisi de muntazamdır. İkisi de mizanlıdır. İkisinde de aynı özen vardır. Bediüzzaman fiilerin arasındaki sıfat bağlantılarıyla veya bazen de isimlerin arasındaki şuunat bağlantılarıyla bizi her daim tevhidin bayrağı altına çağırır. Birincisine misal yukarıdaki metinse ikincisine örnek de aşağıdaki metindir:
"Hayvânat âlemini gördüğüm vakit, hadsiz ihtiyacat ve şiddetli açlıklarıyla beraber zaaf ve aczleri, o âlemi bana çok karanlıklı ve hazin gösterdi. Birden, Rahmân ismi Rezzâk burcunda (yani mânâsında) bir şems-i tâbân gibi tulû etti, o âlemi baştan başa rahmet ziyasıyla yaldızladı."
Rahman ismi Rezzak burcunda/manasında nasıl tulû eder? İki ayrı fiilin isimleri değil midir onlar? Bu bağlantı nasıl kurulur? Kurulur, çünkü Bediüzzaman o iki ismin/fiilin (kelime bulamadığım için kullanacağım) 'ahlakında/şânında' bir benzerlik görmüştür. Rahman nasıl zayıflara merhamet etmek isterse Rezzak da ona benzer şekilde (yine zayıflığın bir türü olan) açları doyurmak ister. Aynı ziyanın parıltılarıdır onlar.
Bu Allah'ın (yine başka kelime bulamadığım için kullanmaya mecburum) yaratış ahlakıdır. Şânıdır. Şe’nidir. Şuunatıdır. Allah'ın şanını bildiğiniz zaman o şândan ışık alan fiilleri/isimleri birbirleriyle hem daha kolay bağlar hem de tevhid bayrağı altında daha rahat toplarsınız. Çünkü bunlar aynı şuunatın gerektirdiği sıfatlardan (tekrar eden isimler) ve kanunlardan (tekrar eden fiiller) gelen isimler ve fiillerdir.
İşte, arkadaşım, mürşidimin metinlerinde böyle bir derinlik gördüm gibi geldi. Hata ettimse Rabb-i Rahim'imden bağışlanmak dilerim. Acizim. Rahman ismini Rezzak burcunda gördüğüm gibi, Rezzak ismini de Gafur burcunda görmek isterim. Çünkü günahkârın en muhtaç olduğu rızık affediştir. Rahman kimse Rezzak odur, Rezzak kimse Gafur da odur. Bunlar 'birbirine bakar şe'n ve namlar'dır. Aynı şe'nlerin isimler/fiiler sûretinde tezahürleridir. Amenna.