(Üstad Bediüzzaman’ın vefatının 63. yıl dönümü münasebetiyle)
Mütefekkir Cemil Meriç’in tespitiyle Osmanlı entelijansiyasının filozof tarihçi İbn-i Haldun’a gönül koydukları söylenir. Çünkü İbn-i Haldun; “Devletler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölür” demişti. Osmanlı’da ise “devlet-ebed-müddet” fikri hakimdi. Osmanlı’nın ilanihaye yaşayacağı inancını taşıyorlardı. Neticede İbn-i Haldun haklı çıkmıştı. Velev ki kalıcı olmak gibi bir ihtimal olsa bile; bu diğer şartların sabit kalması veya belli şartların varlığıyla kaimdi. Osmanlı Devleti iftihar tablosu diyebileceğimiz altı yüz küsur sene gibi uzun bir ömür sürse de sonunda bir şekilde ömrünü tamamlamıştı. Gerçek o ki Osmanlı, kurumsal varlık olarak, duraklamış, gerilemiş ve ölmüştü. Sonrasına değişimle birlikte tarihi sürecin “yeni hal” durumun imkan ve risklerini, ilgili aktörlerinin niyetleri, meseleyi ele alma biçimleri belirleyecekti.
Üstad Bediüzzaman değişim karşısında alınması gereken vaziyeti, Osmanlı’nın son dönemlerine ait yaşanan sosyo-politik bir gerçekliği vurgulamak adına yaptığı tespitle “Eski hal muhal, ya yeni hal veya izmihlal!” diyerek resmediyordu. Bu ifadeler değişim gerçeği karşısında olması gereken tavrı belirleyen evrensel dinamik bir ilkedir. Bu ilke; insanın yüzünü geçmişe dönerek imkansızla oyalanma yerine, geçmişten dersini alarak, yeni durum karşısında neler yapılması gerektiğini vurgular ve önerir.
Demek oluyor ki köklü değişim dönüşüm baş göstermişse otomatikman iki durum hasıl olur: Muhale dönüşen “eski hal” ve türlü ihtimallere açık “yeni hal” durumu. Burada “eski hal” ve “yeni hal” durumlarını iyi anlamak gerekir. Bahusus yeni hal lehte ya da aleyhte olarak karşımıza çıkma potansiyeli taşır. Kabul edelim ki “eski hal muhal” de peki ya “yeni hal”? Hele dönüşüm gibi köklü değişimler karşısında bunların müspet ve menfi etkileri de o ölçüde derin hissedilir. Sizin için yekun nimetleriyle zemin ayağınızın altından kaymış olarak, yepyeni kaotik bir geceye, döneme uyanmanız mümkündür. Mesela İslam Coğrafyasına dönük Moğol istilası, yine modern zamanlarda İslam Coğrafyasına Batı Emperyalist istilası bu kabil eski hali muhal kılan yıkıcı hareketlerdir.
Bu, sizin varlığınızın rağmına, başkaları için kahırlı bir dönemin bitip taze bir başlangıç yapacakları yeni bir devir belki farklı bir çağ anlamını taşıyabilir. Bütün bu olup bitenler karşısında “eski hal”in nimet ve külfeti sonrası “yeni hal”in fırsat ve tehditlerini nasıl yorumlayacağınız, ona göre vaziyet alışınız hayatı önem taşır. Öncelikle dün geçti, eski hal yaşandı ve bitti” zor kabullenme gerçeğiyle yüzleşmemiz gerekecektir.
Osmanlının bakiyesi “yeni hal”in gerçekliği “Türkiye Cumhuriyeti” olarak Yeni Türkiye’ye dönüşmüştü. Cumhuriyet yönetimi, değişimle birlikte ifrat kuşağında tevarüs eden Batıcı anlayışın heveslisi olarak, bir çok alanda radikal bir tutum sergiliyordu. Toplumlar için belirleyici ve temel teşkil eden sosyo-kültürel yapı ve değerlerde köklü değişiklere gidilerek, yerlerine Batı’ya ait değerler ikame ediliyor, ecnebi yaşam tarzı olduğu gibi kabul ediliyordu. Genel ölçekte materyalist ve pozitivist dalga, yeni yönetim eliyle radikal laiklik konseptinde uygulanarak ülkede köklü bir “maneviyat krizi”ne yol açmaktaydı. Halbuki kadim olanı ve ilkeyi ve onun imkanlarını tahrip ederek yok sayarak ilerleyen bir hareket, meşruiyeti bir yana, var oluşun mümkün şartlarını da tahrip etmiş olurdu. Orada köklü ve kalıcı anlamlı bir varlık gösterme yerine ancak cılız ve geçişi bir varlıktan söz edilebilirdi. Nitekim yeni laik rejim o vaziyette ve bir çok maddi manevi patolojik problemi, derin krizi de beraberinde getirmiş oluyordu. Baş gösteren bu tehdide karşı koymak ve yeni ihtiyaçlara uygun yeni cevaplar verilmesi gerekmekteydi.
Yeni hal durumuyla olup bitenler karşısında bu Müslüman millet çok yönlü derin şoklar yaşıyordu adeta. Oldukça çarpıcı ve konumuz açısından da açıklayıcı o tarihi anekdotu hatırlayalım. Hz. Peygamberin (a.s.m.) vefatı karşısında Hz Ömer’in (r.a) “Resûlullah ölmemiştir ve sağdır!” tepkisel hissi ve bir o kadarda kesin tutumunu hatırlayalım. Halbuki insan ölümlüdür, Peygamberler de insandır, o halde onlar da ölümlüdür önermesi doğruydu. Aslına bunu Hz. Ömer de biliyordu, ancak bilmek başka o sıcaklıkta kabullenmek başkaydı. Buna karşılık Hz. Ebubekir’in (r.a) “Kim ki Muhammed’e (a.s.m.) tapıyorsa, bilsin ki Muhammed (a.s.m.) ölmüştür” devamla “Kim ki Allah’a ibadet ve kulluk ediyorsa, bilsin ki Allah, Hayy’dır, ölümsüzdür.” diyerek aklı selimle tevhidi ilkeyi hatırlatıp yeni hale dair olan ve olması gereken ölçüyü ortaya koyması tam bir “eşik” değerini oluşturur. Aslında İbn Haldun’un vaz ettiği kuralın ön kabulü olan “...tıpkı insanlar gibi büyür, yaşlanır, ölür” ifadesi “her can ölümü tadacaktır” (Ankebut/57) kesin hükmünü vaz ediyordu.
Hz. Ebubekir’in bu hakikatli ve ilkeli duruşla birlikte Müslümanlar toparlanmış; kaynak ve kabiliyetleriyle organize etmiş ve İslam’ın yeryüzüne hızla yayılmasını, kurumsallaşmasını, altın çağın yaşanmasını medeniyetler planında yerini almasını sağlamıştır. Bu kutlu yürüyüş Osmanlı İmparatorluğu’yla yatay düzlemde nihai sınırlarını bulmuş, yine de muhtemel vaki sondan kurtulamamıştı. Helaket ve felaket asrında, Türk İslam aleminin hilafet merkezi olan şanlı Osmanlı Devleti gitmiş; radikal laik rejimi “Türkiye Cumhuriyeti” gelmişti. İngilizlerin dünden beri İslam'a, İslam'ın kurumlarına ve kaynaklarına dönük dini tahrip ve imha projesi Lozan'da gizli açık dikte edilip resmiyet kazanmış, Kemalist rejimle birlikte cebren ve hile ile planlı ve sistematik bir şekilde harfi harfine uygulamaya koyulmuştu. Bu netameli yeni hal, şairin ifadesiyle “Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu” olarak işlem görüyordu. Tam tamına maalesef “eski hal muhal; ya yeni hal ya izmihlal!” durumu hakimdi.
Üstad Bediüzzaman zaman ve durum farkıyla Hz. Ebu Bekir gibi hakikatli ve dinamik bir duruş sergiliyordu. Üstad’ın “eski hal muhal ya yeni hal, ya izmihlal"in müspet mesajı şudur: Olayların ruhunu anla, durumu tanımla ve gerçeği kabul et, “eski halin” müspet-menfi yanlarına “hasret” ya da “nefret” söylemine takılıp kalmadan, “isyan” ve “acziyet" haletine bürünmeden kadim amaca dönük “ne” yapacağına” daha önemlisi bunu “nasıl” yapacağına karar ver, hayrın başında “bismillah” de, adım at, yola koyul ve ihlasla, “ihlasın sırrı”yla yürü. İşte bütün manilere ve imkansızlıklara, zayıflıklara rağmen Müspet Hareket yani Tecdit Hareketi yani İnşa ve İhya süreci yani İman ve Kur’an hizmeti tam da bu hakikatin bizatihi kendisiydi.
Bunun gereği olarak da, kara “kış”ın ağır şartlarının tam orta yerinden, çeyrek asrlık mahkum ve mahrumiyet içerisinde yüzü geleceğe dönük Allah’ın izniyle, inancıyla, ümit var oluşuyla geleceğe dönük “cennet asa bir bahar”ı müjdeliyordu. Müjdelemekle kalmayıp bütün imkan ve imkansızlıklar cenderesinde başlattığı iman hizmet hareketi, hakikat ve gerçeklik, medrese-mektep, gelenek ve çağın müspet kazanımları, din ve ilim bütünlüğünde vücut buluyordu. “Zaman imanı kurtarmak zamanı” parolasıyla Kur’an hakikatleri, iman hakikatlerine, iman hakikatleri manevi tefsire, manevi tefsir Risale-i Nur Külliyatına, Risalelerin manası ete kemiğe bürünüp insana, ihyaya, irşada, inşaya, hizmete, cemaate, millete, ümmete, insanlığa ve insanlığın kalbine, tahkiki imana dönüşüyordu. Değer odağında her meşrepten, her meslekten, her gruptan, her milletten entelektüel kapasitesiyle nitelikli dinamik insan grupları yetişti.
Güzel görüp, güzel düşünen, müspet harekete dönüşen gelişmelerle “müjde” geçekleşiyordu. Artık zemheri yerini özlenen Bahar’a terk ediyordu. Müjdelenen baharın nimetlerinin kadr-ü kıymetine ne kadar müdrikiz bilemiyorum. Düşünülsün ki artık devlet, dün olduğu gibi Nur Risalelerinin okunduğu evleri basmıyor; bizzat Risale-i Nur Külliyatı’nı basıyordu. Gayet tabi bütün olup bitenler bundan ibaret değildi. Kur’an’ın Manevi Tefsir’i Risale-i Nur Külliyatı ziyadesiyle talep edilen kitaplar olarak, iman hakikatlerini her müspet vasıtalarla dünyaya neşrediyordu. Öyle ki 42 dünya diline çevrilmiş, yeryüzü coğrafyasında neredeyse hizmetinin hemen hemen, istisnai durumlar hariç, ulaşmadığı ülke kalmamış giydi.
Gelgelelim her zamanın kendine has bir imtihanı vardı. Bütün müjdeli güzelliklerle birlikte sanki maddi ve manevi kesif bir küresel ısınmaya, dünyevileşmeye, dijitalleşmeye maruz kalmıştık. Müjdelenen “Bahar” mevsiminin bütün imkanlarına rağmen sonrasından bahtımıza adeta kavurucu çöl sıcaklığında bir "yaz" mevsimi düşmüştü. Bir manada rehaveti, şaşkınlığı, acziyeti yaşarken ciddi manada manen bunalıyoruz.
An itibariyle bütün insanlığı ve milletleri kuşatan batı ve batıl merkezli modernitenin ve ondan neşet eden materyalist-küreselci felsefenin yıkıcı etkisiyle “dünyevileşen hayat” ve de bilimsel dijital çağın yakıcı etkisiyle “sanallaşan neslin” dramatik derin sıkıntısını yaşıyoruz. Dünyevileşen hayatımızı ümmet planında düşündüğümde her nedense zihnime hep Uhud savaşı geliyor. Hani, kazandık dediğimiz bir anda yenilgiyi yaşadığımız Uhud Savaşı’nın denkleminde zafer esintisiyle, ganimet toplama yarışı, okçuların yerlerini terk etmesi sürecinde kovaladığımızı ve kaçıyor olduğunu sandığımız düşman tarafından arkadan kuşatılmanın vahim gerçekliğiyle yüz yüzeyiz.
Meseleye ayağımızın bastığı yerden baktığımızda, yaşadığımız dünyada vaki olan "yepyeni hal"in tasallutuyla karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Öncelikle dün geçti, eski hal yaşandı ve bitti” kabullenmenin zorlu gerçeğiyle yüzleşmemiz gerekecektir. Üstad “Eski hal muhal ya yeni hal ya izmihlal” sözünü söyleyeli yüzyılı aşkın bir zaman olmuş. Osmanlı Devleti gitmiş, Kominist rejim kurulup çökmüş, Türkiye Cumhuriyeti yüzüncü yılına girmiş, değişen ölçekte eski dönemler, evreler, bağlamlar, sistemler, ideolojiler, anlayışlar, yaklaşımlar, akımlar, zevkler, icatlar, teknolojiler gidip yerlerine yenileri gelmiş ve başkaları gelmektedir.
Yeni hal gelip çatmadan, ayak seslerine iyi kulak vermeliyiz. Eski hal muhal olmadan yeni halinin ahvalini iyi okumalıyız. Vaki olan yeni halin sıkıntılarının üstesinden gelebilmemiz belki eski halin tecrübesi, kazanımlarıyla ve yeni halin imkanları ve avantajlı durumlarını harmanlayarak iyi değerlendirmemiz, yürüyüşümüzün keyfiyeti belirleyecektir. Umarım dünyada olup bitenleri iyi anlar ona göre vaziyet alırız. Umarım geçmişe takılıp kalma romantizmiyle yeni halin yakıcı risklerini, mümkün imkanlarını ıskalamayız. Umarım neslimizle derin ve sarsıcı imtihan olmayız. Umarım kendimizi tekrar etmeyiz. Umarım konforun rehavetiyle obezleşip, hantallaşmayız. Umarım sıradışı hakikatleri sıradanlaştırmayız. İnşallah “zamanın mühim ve hakikatli bir alim olur” anlamına mazhar oluruz. İnşallah imkanlarımız nispetinde ve dahi fevkinde istihdam oluruz. İnşallah “Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâm’ın sadası olacaktır!” müjdeli günlere erişiriz. Ve dahi İnşallah “ittihad-ı İslam” gerçekleşir…
Selam ve muhabbetle…