2.bölüm
Kürt-Ermeni müstakil devleti
Birinci dünya savaşı bitmiş Osmanlı yenilmiş imparatorluk tarih sahnesinden çekilirken, yepyeni bir dünya düzeni kurulmak üzeredir.
8 Ocak 1918 tarihinde Amerikan başkanı Wilson Amerika kongresinde tarihi konuşmasını yapmaktadır.
Yenidünya düzeni için 14 maddelik bir bildiri yayınlar.
13 Kasım 1918’de ise İstanbul İngilizler tarafından işgal edilmiştir.18 Ocak 1919’da ise Paris’te barış konferansları verilmektedir.
İngiliz başbakanı Lord Gürzon tam o esnada meşhur İngiliz desiselerinden birisinin daha sahneye koyuyordu.
Wilson maddelerinden 12. maddeyi hayata geçirmek için harekete geçmişti.
O madde şöyle idi:
“Osmanlı imparatorluğunda Türklerin oturdukları, çoğunluk sağladıkları bölgelerin bağımsızlığının sağlanması, Türk egemenliği altında bulunan diğer uluslara da özerk bir gelişme için tam ve engelsiz bir fırsatın sağlanması, boğazların uluslar arası garanti altında tüm devletlerin ticaret gemilerine açılması.”
Lord gürzon ve Seyit Abdulkadirin gayretleri sonucu: 10 Ağustos 1920 tarihinde imzalanan antlaşma gereği müstakil bir Ermeni ve Kürt devleti kurulacaktı.
Hatta sınırlar çizilmişti.
Hâlbuki tam o tarihlerde dindar Kürtler ve Türkler istiklal savaşına girmişlerdi. 20 Aralık 1920 günü Kürt Şerif Paşa ile Ermeni Bogos Nubar Paşa, bir ihanet bildirisini ilan ediyorlardı.
Anadoluda birlik ve beraberliğin namusu yaşanırken, bir milletin yeniden küllerinden doğması olan dehşetengiz bir mücadele verilirken böyle bir ihanet her şeyi bozabilirdi.
O zamanın şartları ve hâkim güçleri göz önüne alındığında kurulacak devletin bağımsız Kürt ve Ermenistan olması, nasıl bir sonuca doğru gideceğini feraset sahibi her Kürt bilirdi.
Zira Ermenilerin tek başına bir devleti kuracak potansiyel nüfusu yoktu. Kürtleri kullanarak böyle bir devlet kurulabilirdi.
Oyunu kim bozdu?
İşte bu tehlikeyi belki de ilk defa sezip bertaraf eden Bediüzzaman hazretleriydi.
Bediüzzaman 23 Aralık 1920’de fırtına gibi İstanbul gazetelerinden esmeye başlamıştı. O tarihteki gazetelerde bir makale yayınlamış ve o makalenin ardından bütün Müslüman Kürtlerden aleyhine telgraflar çektirmişti.
Makalesinden şöyle diyordu:
“Bogos Nubar Paşa ile Şerif Paşa’nın akdettikleri sözleşmeye en sert ve ciddi cevap, Müslüman Kürtlerin aleyhinde çektikleri telgraflardır. Böyle bir sözleşmenin tanzim sebebi şudur: Ermeniler bu bölgede az ve güçsüzdürler. Muvaffak olamayacaklarını anlayınca Kürtlerle birlikte ve onlar adına hareket etmeye başlamışlardır. Ermenilerin maksadı, Kürtleri aldatmaktır.Çünkü ileride Kürtleri kendilerine tabi bir millet haline getireceklerdir.Buna ise, aklı başında hiç bir Kürt razı olmaz.Kürtlük davası, pek manasız bir iddiadır.Zira her şeyden evvel Müslümandırlar Bu yüzden Ermenilerle aynı ırktan olup olmaması Müslüman bir Kürdü bir an bile meşgul edemez. Zira İslamiyet ırkçılığı kesip atmıştır.” (23 Aralık 1920 tarihli Vakit ve İkdâm Gazeteleri.)
Gizli protokoller ve önemli maddeler
Bütün bu olaylar yaşanırken Osmanlı son nefesini veriyordu.
Fakat gitmeden önce son bir gayret daha göstermesi gerekiyordu.
Kuvayı Milliye’nin önünü açmak...
Damat Ferit Paşa, sadrazamlıktan istifa etmek zorunda kaldıktan sonra hükümeti kurma görevi Sultan Vahideddin tarafından 2 Ekim 1919 tarihinde Milli Harekete yakınlığı ile bilinen Ali Rıza Paşa’ya verilmiştir. Bu kabinede Milli Mücadeleye yakınlığı ile bilinen çok sayıda bakan görevlendirilmiştir. Bu hükümet ile Kuvayı Milliye arasında 20 Ekim 1919 tarihinde Amasya’da çok önemli bir görüşme yapılır. Bu görüşmeye kabine adına Bahriye Nazırı Salih Paşa ve Padişah Yaveri Albay Naci(Eldeniz), Heyet-i Temsiliye adına Mustafa Kemal, Rauf ve Bekir Sami beyler katılmıştır. İki gün süren görüşmeler sonucunda üçü açık, ikisi gizli olmak üzere beş protokol imzalanmıştır. Bu gizli protokolün önemli maddelerinden birisi şu şekildedir:
’’Milli sınırlar, Osmanlı Devleti’nin Türkler ve Kürtlerle meskûn olan arazisidir. Kürtlerin Osmanlı camiasından ayrılması imkansızdır Kürtlerin serbestçe gelişmelerini temin edecek şekil ve surette geleneksel ve toplumsal hukukumuzca müsaadelere mazhar olması dahi desteklenmek ve yabancılar tarafından görünüşte Kürtlerin bağımsızlığı maksadı altında yapılan tezviratın, dedikoduların önüne geçmek için de bu hususun şimdiden Kürtlerce malum olması uygun görüldü’’ (Taha Akyol, Ama Hangi Atatürk, Doğan Kitap, İstanbul, 2007, Sayfa. 109)
Bu gerçekten çok önemli bir taahhüttü ve uygulanması halinde gelecekte kurulacak Türkiye Cumhuriyet’inin huzuru için çok önemli bir tespitti. Fakat daha sonraki yıllarda ‘’Kürtlerin serbestçe gelişmelerini temin edecek şekil ve surette geleneksel ve toplumsal hukukumuzca müsaadelere mazhar olması’’ düşüncesi unutulmuş, Türk ırkının üstünlüğü ve egemenliği ile Kürtlerin inkârı düşüncesine dayanan bir politika uygulanmıştı.
Amasya Protokolü’nde bulunan taahhüt ve konuşmaların benzeri Cumhuriyetin kuruluşuna kadar devam etmiş, bu şekilde Kürtlerin Kurtuluş Savaşı’na büyük bir kuvvet ve tam bir bütünlük içinde destek vermeleri sağlanmıştı. 24 Nisan’da Meclis’in açılışının 2. gününde uzun konuşmalar yapan Mustafa Kemal Paşa, Meclis’teki üyeleri tanımlarken şu ifadeleri kullanıyordu:
‘’Yalnız Türk değildir, yalnız Çerkez değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir fakat hepsinden mürekkep bir anasır-ı İslamiyedir. Vatandaştırlar, birbirlerine karşılıklı hürmetle bağlıdırlar ve diğerinin her türlü hukukuna, ırki, sosyal, coğrafi hukukuna daima riayetkârdırlar.’’ (Taha Akyol, Ama Hangi Atatürk, Doğan Kitap, İstanbul, 2007, Sayfa. 147)
Mustafa Kemal Paşa’nın Kürt ağa, bey, şeyh ve ileri gelenleri ile yaptığı yazışma ve görüşmelerde, özellikle dini kavramların ve ‘halifelik’’ kurumunun ön plana çıktığı görülmektedir. Büyük Şeyhlerden ‘’Şeyh Ziyaeddin Efendi Hazretlerine’ yazdığı mektup, bunun çok canlı bir örneğidir:
‘’Cenab-ı Hakkın avn-ü inayeti ve Peygamber-i Zişan’ımızın feyz-ü şefaati ile umum milletimizin bir noktada müttehid(birleşmiş) olduğunu ve hukukunu muhafaza ve müdafaaya kadir bulunduğunu cihana göstereceğiz.’’
Yine Malatya’lı Kürt ileri gelenlerinden Hacı Kaya Ağa ve Mustafa Ağa’ya 15 Eylül 1919 tarihinde çekilen telgrafta, Milli Harekete desteklerinden ve vatanperverane hizmetlerinden dolayı teşekkür ediliyor ve şöyle deniyordu:
‘’Sizler gibi din ve namus sahibi büyükler oldukça Türk ve Kürt’ün yekdiğerinden ayrılmaz iki öz kardeş olarak yaşamakta devam edeceği ve Makam-ı Hilafet etrafında sarsılmaz bir vücut halinde iç ve dış düşmanlarımıza karşı demirden bir kale halinde kalacağı şüphesizdir. Cenab-ı Hak, mesainizi meşkûr eylesin.’’
Hazro eşrafından Mehmet Beyefendi’ye gönderdiği 24 Ağustos 1920 tarihli mektup, Mustafa Kemal’in din, ümmet, hilafet gibi kavramları kullanarak ‘’bütün kuvvetleri birleştirmek’’ şeklindeki stratejisini yansıtan örneklerden biridir:
‘’Zat-ı âlileri gibi vatanperver dindaşlarımızın vatani ve fedakârca yardım ve hizmetleriyle vatanımızın ve Hilafet makamının kurtarılmasına yönelik meşru çalışmalarınızda er geç muvaffakiyete nail olacağımız hakkındaki kanaatim sarsılmazdır. Yakında İslam ümmetinin Avrupalı istilacılardan kurtarılması hususundaki başarı haberlerini zat-i âlinize inşallah tebliğ ederim…’’ ( Taha Akyol, Ama Hangi Atatürk, Doğan Kitap, İstanbul, 2007, Sayfa. 163-64)
Kurtuluş Savaşı’nda yüzlerce Kürt ağa, aşiret reisi ve ileri gelenleri kendi imkânları nispetinde milis kuvvetleri kurarak, bilfiil çatışmalara girmiş ve büyük yararlar sağlamıştır. Doğu’nun savunmasında ve Batı’ya asker gönderilerek KuvayıMilliyeye büyük destek sağlayan bu kuvvetlere, tarikat şeyhlerinin çok büyük destekleri ve teşvikleri olmuştur. Güneydoğu’dan 16 müftü, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinde başkan veya üye olarak görev almıştır.
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti ile birlikte Kürtlerin ödediği fatura çok ağır oldu. Osmanlı Ordusu içinde savaşan Kürtlerin yanı sıra, Rusların Doğu Bölgesini işgal etmesiyle birlikte Kürdistan’da yaşayan halk çok ağır bir bedel ödemek zorunda kaldı.
Buraya bu bedeli anlatan onlarca olaydan tek bir tanesini almak istiyorum:
Kürt şairlerinden ve uzun yıllar Şam’da yaşamış olan Cegerxwin, bu büyük dramı şöyle anlatmaktadır:
‘’Ruslar kuzeyden ülkemizi işgal etti. Ermeni çeteleri önde, Rus ordusu arkasında, zaten perişan olan Kürt bölgesine girdiler. Köyler yanıyor, insanlar ölüyordu. Kürtler yerlerini terk ederek güneye indiler. Yağmur, kar, soğuk demeden düşmandan kaçmaya çalıştılar. Ordu ise karşı koyamıyordu. Şeyhler ve ağalar gönüllü askerler topluyor, kendileri de başında savaşa, İslam dini için çarpışmaya ve ölmeye gidiyorlardı. Çok sayıda Kürt soğukta, kışta, karda yitip gitti. Sayısız kadın kocasız, sayısız çocuk babasız ve sahipsiz kaldı. Bu olaylar Kürt halkının yüreğine çok büyük bir Rus ve Ermeni düşmanlığı yerleştirdi. Onlara karşı ölmek; İslam dini için ölmek, namus için ölmek olarak görülüyordu. Herkes her şeyini feda etmeye hazırdı. Kars, Ardahan ve Hasankale’de çok kanlı savaşlar oldu. O zamanlar dervişler Hasankale üzerinde ağıtlar söyler, ağlatırlardı.’’( Cegerxwin, Hayat Hikâyem, Evrensel Basım Yayın, sayfa:53)