İslam Âlemi, fecr-i sadık öncesi bir karanlığı yaşamaya başladı. Bu dönem muhakkak ki, çok uzun sürmeyecek. Çok uzun olmayan bir gelecekte, nasip olursa hep beraber İslam’ın fecr-i sadığını yaşamaya başlayacağız.
Bunun içinde ortamın biraz olgunlaşması, taşların sağlam bir şekilde yerine oturmasını beklememiz gerekecek. Bahar gelmiştir, fakat bazen baharlar içinde muvakkat ve bazen de kışı aratan şiddetli soğuklarla karşılaşılabilir. Fakat bahar sürecine giren insanların huzur ve ümidini her daim canlı tutmalıyız.
Ümitler hep canlı olmakla birlikte, gayret ve dikkati elden bırakmamak gerekir. Türkiye bu fecri yüz seneden fazla bir zamandır bekliyor. Bunun için çok çileler çekildi, çok zahmetlerle karşılaşıldı. Bedeller ödenmeden kazanılan zaferler, çok fazla lezzet vermiyor.
Türkiye’de ve diğer bütün İslam ülkelerinde bu çileler fazlasıyla çekildi, çok büyük bedeller ödendi. Ve halen de bedeller ödenmeye devam ediliyor. Fakat Müslümanlar, artık çile ve sıkıntıların kaynağını keşfettiler, uyanış hızlı bir şekilde devam ediyor ve narkozun etkisi geçmeye başladı.
Bu topyekûn uyanış ve silkiniş, bunun işareti. Fakat İslam âleminde yüzyıllardır egemenliği bir şekilde elinde bulunduran, Müslümanları aldatmakla iş gören menhus ve meş’um zihniyet, elbette bütün kazanımlarını kaybetmemek için elindeki bütün kozları kullanamaya devam edecek.
Çünkü İslam Âleminin topyekûn ferece kavuşmaya hazırlandığı bu günlerde, süreç tamamlandıktan sonra, bu rüzgâr bütün dünyaya yayılacak ve her tarafı kucaklayacaktır. İslamın barış, huzur ve saadet iklimi, bütün yeryüzünü ve bütün insanlığı sarmaya başlayacak. Bence işin kördüğüm haline getirilen noktası, işte tam burasıdır.
İslam’ın kadim ve muannid düşmanları, bu durumun farkındadırlar ve önlemeye çalıştıkları husus da budur. Yoksa onlar da biliyorlar ki, artık İslam Âlemindeki uyanış ve fütuhatı önlemeye asla güçleri yetmeyecektir.
Türkiye, çok dehşetli bir 28 Şubat tecrübesi yaşadı. Milli görüş geleneğinin kurucusu ve temsilcisi merhum Necmettin Erbakan’ın Tansu Çiller ile kurduğu koalisyonun başbakanı olarak görev yaptığı sırada karşılaşılan bu Süfyani müdahale, Risale-i Nur metodunun ve Üstad Said Nursi Hazretlerinin siyasi olarak belirlediği prensiplerin de ne kadar haklı ve doğru olduğunu gösterdi.
Üstad’ın haklılığı, siyasal İslam görüşünün yanlışlığı, elbette yapılan ve bütün sönmemiş vicdanları kanatan ve derin bir acı veren zulümlere haklılık kazandırmaz. Merhum Erbakan’ın siyasi yanlışları, metodunun ülke şartlarına uygunsuzluğu konusunda hiçbir Nur Talebesinin zaten tereddütü bulunmamaktadır. Ve bu cenahtan da bugüne kadar defalarca bu konuda Üstad’ın haklılığını itiraf eden çok sayıda görüşe de şahit olduk.
Burada yaşanan diğer önemli bir savrulmaya da bir kez daha işaret etmeden geçmemek gerekir. 28 Şubat dönemi, yıllardır demokrat olarak bilinen ve desteklenen bir zihniyetin, devletçi ve Süfyani zihniyete teslim olduğu bir turnusol vazifesi de gördü. Ve aynı zamanda Milli Görüş geleneğinin de bir yol ayrımına geldiği çok önemli bir kavşak noktası olarak tarihe geçmiştir.
Şimdi bu konuda her zaman olduğu gibi çeşitli itiraz ve tepkilere muhatap olacağımı biliyorum. Fakat ‘’hakkın hatırı alidir, hiçbir hatıra feda edilmez’’ dersini bütün ruhuyla hazmeden birisi olarak, hiçbir suçlama ve hücuma aldırmadan hakikati yine söylemeye devam edeceğim.
Milli Görüş geleneği, bu 28 Şubat süreci ile gayet açık ve keskin bir şekilde ikiye ayrıldı. 28 Şubat’tan ders çıkarmayanlar, aynı zihniyet ve söylemlerle partilerini kurarak yollarına devam ettikler. Ders çıkaranlar ise -ki bu büyük bir çoğunluğu da yanına alarak- kendilerine yeni bir yol çizdiler ve söylemlerini değiştirerek partilerini kurup yola koyuldular. Değiştiklerini ve Milli Görüş gömleklerini çıkardıklarını da açık yüreklilikle ve defalarca ifade ettiler.
Bundan sonraki davranışları ve icraatları da söylemlerinde samimi olduklarının bir göstergesi oldu. Her kesimde insana kucak açıldı ve partilerinde yer verdiler. Sonra 2010 yılına kadar, yaptıkları bütün icraatlar da, bazı kesimlerin şiddetli muhalefet ve insafsız tenkitlerine rağmen devleti tanımak için adımlarını son derece dikkatli attılar. Devletin derin katmanlarındaki tepki, menhus ruh ve karanlık yapılanmaları büyük bir sabır ve dikkat ile keşfetmeye çalıştılar.
Ergenekon Davasının süreci ve özellikle Cumhuriyet tarihinin en önemli ve en cesur projelerinin başında gelen 12 Eylül 2010 Referandumu ile milletten büyük bir destek ve kabul gördüler. Yine aklı bazı siyaset dâhilerinin cebinde olan birilerinin yönlendirmeleri ile bu referanduma canları pahasına sahip çıkmaları gerekenler, ya karşı çıktılar veya kerhen evet dediler. Kerhen evet diyenler bile hücumlara ve istiskallere hedef kılındılar.
Bu on bir yıllık süreç, hep milletin katkısı ve desteği ile aşıldı. Fakat anlaşılan şu ki, bazı derin mahfiller ve uluslararası işbirlikçileri, öyle kolay pes edecek durumda değiller. Türkiye’de yıllardır büyük bir rahatlık ve iştah ile kazandıkları haram rantlarının şimdilik azalmaya başlaması ve ellerinden çıkma tehlikesinin baş göstermesi üzerine, bu sefer çok açık ve hayâsız bir şekilde kozlarını ortaya koymaya başladılar.
İşte Taksim Gezi Parkı eylemlerinin arkasında yatan esas unsurun bu olduğunun bariz ve tartışma götürmez bir şekilde ortaya çıkması, Türkiye’de sahnelenmek istenen çirkin oyunun ne kadar ciddi ve planlı olduğunun da ortaya çıkardı. ‘’Biz Gezi Parkı’na hükümeti düşürmeye gidiyoruz’’ diye bir söylemle oraya adam toplamayacaklarını veya en baştan itibaren foyalarının ortaya çıkacağını bilen malum çevreler, ambalajı gayet güzel ve masum bir gerekçe ile sağladılar.
Her kesimden birçok insanı da Taksim’e çekmeyi başardılar. Birçok insanı da bu masum söylem ve gerekçenin arkasına sığınarak kandırmasını bildiler. Fakat bu milletin feraset ve basireti ve açıkça söylemek gerekirse Başbakan’ın liderlik, dirayet ve cesareti, bu çevrelerin tezgâhını bozdu ve planlarını deşifre etti.
Esas maksat gayet açıktı ve Taksim’den bir Tahrir çıkarma hedefine yönelikti. Geceleyin saat 02.00’de hava limanına Başbakanı karşılamak için koşan on binlerce insan, Esenboğa havalimanından Ankara’nın bütün semtlerine ulaşan insan seli, Sincan mitingi ve Kazlıçeşme’de bir milyondan fazla insanın bir araya gelerek ortaya koydukları tepkiyi, başka türlü okumaya ve yorumlamaya gerek yok.
Taksim’deki koalisyona da temas etmek gerekir. Sanatçı Levent Kırca’nın olaylar başladığı sırada Londra’da, ‘’çok yakın bir zamanda Silivri’yi boşaltmaya gideceğiz’’ sözleri, zaten plandan birçok kişinin haberdar olduğunun göstergesi idi. Taksim eylemlerine destek veren bir banka için yaptığı ve iki milyon lira reklam ücreti alan Mehmet Ali Alabora’nın ‘’Daha anlamadınız mı? Bu mesele ağaç meselesi değil’’ sözleri de aynı tezgâhın itirafından başka bir şey değildi.
Bu konuda yapılan itirafları arttırmak mümkün. Fakat mesele bugün için bütünüyle tavazzuh ettiğinden dolayı da daha fazla örnek vermeye gerek yok. Yalnız Cumhuriyetin ilk yıllarında şapka kanunu çıktıktan sonra yurt dışından fötr şapka ithal ederek fahiş fiyatlarla memurlara taksitle satan ve bu sayede büyük paralar kazanan en malum ve maruf holdingin sahibi olduğu bir marketin, gezi parkı eylemcilerine gönderdiği on binlerce kumanyanın, elbette bir karşılığı ve sebebi vardı.