Talut, insanlar üzerinde ciddi nüfuz sahibi olan, zamanının etkili şahsiyetlerinden biriydi. Konuştuğu zaman kelimelerini hikmetle yoğuran, kitlelerin kendine kulak kesildiği bir hatip, insanlığı harekete geçiren bir rehber, insanlar içinde özel bir insan, seçkin bir adamdı. Calut ise zulmün merkezi, devrinin Firavunu idi.
Talut, bütün halkı bir meydanda topladı ve şu meâlde bir konuşma yaptı: “Anasını babasını düşünen gelmesin. Eşini, eşiğini düşünen gelmesin. Evini, evlâdını düşünen gelmesin. Çiftini, çubuğunu seven gelmesin. Malını, mülkünü seven gelmesin. Hayatını, ömrünü, dünyasını seven gelmesin. Allah için her şeyini feda edebilecek fedakârlar gelsin. Her şeyini geride bırakıp gözünün ucuyla dahi bakmayacak feragat ehli gelsin. Dünyasını kaybetmekten titremeyecek, ölümün ağzına girmekten dehşete düşmeyecek olanlar gelsin. Allah için ölmeyi cana aziz bilenler gelsin. Allah aşkıyla bağrı delinenler gelsin. Calut’la savaşmaya gidiyoruz.”
Tam seksen bin kişi düşmüş Talut’un peşine, seksen bin fedakâr ruh, feragat ehli insan. Allah için her şeyini feda edebilen, arkasına bakmayı ar sayan seksen bin fedaî düşmüş yollara. Çölleri aşmışlar, kilometreleri eskitmişler, atlarının ayakları altında nice geçilmez yollar geçilmiş, nice varılmaz menzillere ulaşmışlar. Çok uzun yolculuğun ağır şartlarına katlanmışlar lâkin susuzluk dayanılacak gibi değilmiş. Derken bir nehir çıkmış karşılarına. Çok sevinmişler, bu nehir yerine altından bir dağla karşılaşsalar bu kadar sevinmezlermiş, zira susuzluk had safhada imiş.
İşte tam da bu zamanda sabır imtihanına tabi tutulmuş Talut ve ordusu. Allah’tan haber gelmiş; nehre herkes bineğiyle girecek, elini suya daldıracak, avuç içine ne kadar su gelirse ancak o kadarını içebilecek. Nehirden kana kana su içmeye, suyun kenarına çömelip avuç avuç su ile ciğer yangınını söndürmeye izin yok, nehrin içinde bineği durdurup istenildiği kadar su içilmesi de yasak. Emir Allah’tan, emre ihanet eden zarar eder, helâk olur. Suyu kanarak içenlerin hepsi helâk olmuşlar. Nehre tam seksen bin kişi vurmuş, sahile ancak üç yüz on üç kişi çıkabilmiş. Kaderin garip bir remzidir ki Bedrin aslanları da bu sayıya tevafuk edecektir, iki orduya da dinin mukadderatında azîm bir rol biçilmişti. Karşıya geçen üç yüz on üç kişi aslanların kuzuları parçaladığı gibi Calut’un ordusunu perişan etmiş. Talut’un ordusu içinde bulunan, o zaman henüz çok genç olan Hz. Davud (a.s.) da Calut’u öldürmüş.
Onlar her şeyini Allah için feda eden kişilerdi ama suyun cazibesi Allah’ın emrini unutturmuştu; demek ki hakiki fedakârlardan olamamışlardı. Önlerine çıkan nehir akıllarını başlarından almıştı ve Allah’ın emrini hiçe saymışlardı. Allah için her şeyini terk ve feda edebileceklerini iddia etmişlerdi ama ispat edememişlerdi. Onların hâlleri günümüz insanlarına ne kadar da çok benziyor.
Bediüzzaman Said Nursî’nin ikazına göre kırk kişiden otuz dokuz kişinin imansız gittiği bir zamanda yaşıyoruz. Bir İslâm memleketinde imanla ölmenin sayısal ihtimali kırkta birlere, yüzde iki buçuklara kadar düşmüş; nasıl dehşetli bir zamandayız, ne kadar büyük bir fitnenin muhatabıyız, düşünmemiz ve derhal önlem almamız gerekiyor. “Saldım çayıra, Mevlâm kayıra!” felsefesiyle kurtulmak çok mümkün görünmüyor; imanla ölebilmek için kuvvetli bir imana sahip olmak zorundayız.
Müslüman bir toplumun içinde bu kadar çoklukla imansız ölümlerin sebebi ne olabilir? Dünya muhabbeti, âhiret bilindiği hâlde severek ve isteyerek dünyayı âhirete tercih etme hastalığı, imansız gitmenin en büyük sebeplerindendir; çıbanın başının ne olduğunu Resûl-i Ekrem (a.s.m.) şu hadis-i şerifiyle ikaz buyurmuş: “Bütün hataların başı dünya muhabbetidir.” Dünya muhabbetiyle sarhoş olup, hakiki menzilimiz olan âhiret yurdunun unutulmaması için yaptığı şu tavsiye ise çok manidardır: “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz.”
Ve önümüze bir nehir çıktı, tıpkı Talut’un önüne çıkan nehir gibi; muhabbet edeni helâk eden, yasak-emir dinlemeyip dalanları imansız götüren bir nehir bu: Dünya nehri.
Bizler işin edebiyatını iyi yapanlardanız; “Allah için her şeyimiz fedâ olsun!” diye bağırmakta en ön safta yer buluruz kendimize, dünya da ne imiş, her şeyi feda ediveririz söze gelince. Heyhat işin hakikati hiç de öyle değildir; yüreğimizi Allah’a değil makamlara, rütbelere, payelere, paraya ve kadına peşkeş çekmişizdir. Dünyaya bütün hücrelerimizle âşık olduğumuz için ölümü yanımıza yöremize yaklaştırmamaya çalışırız, kabirden bahsedilse “Ne gerek var böyle sinir bozucu meseleleri dile getirmeye” der, lafı değiştiririz. Hz. Azrail (a.s.) geldiğinde kalbimiz dünyaya bağlı, aklımız dünya hesaplarıyla meşgul olduğu için prangalarla sürünerek çıkmak zorunda kalırız âhiret yolculuğuna. İlâhî muhabbetin karargâhı olan kalbimizi sahte sevgililerle doldurarak puthaneye çeviren de biz, haram helâl ölçülerinin bu zamanda yapılamayacağını yoksa ticaretin yürümeyeceğini iddia eden de biz, dünyamız için büyük atılımlar peşinde koşarken Allah dininin ihyası için bir kuruş verip vermeme noktasında şaşkınlaşan da yine biziz lâkin konuşunca mangalda kül bırakmayız, “Allah rızası denilince akan sular durur” deriz de icraata gelince ortalarda gözükmeyiz; bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu? Böyle tutarsız bir hayatın sonu, imanla ölüm olabilir mi? Lütfen kendinizi mihenge vurun, dünya muhabbeti sizi de esir etmiş mi, yoksa bu azim tehlikenin tehdidine beş para kıymet vermeyecek derecede misiniz? İşte size dünya muhabbetinizi tartacak bir terazi: Ölüm. Ölüm geldiğinde güle oynaya gidebilecek bir imana sahipseniz “eyvallah!” derim, yoksa dünya muhabbeti sizin de damarlarınızda kan gibi dolaşıyor demektir.
Günümüzde dünya nehrine vuran kırk kişiden sadece bir kişi selâmet sahiline çıkabiliyor; tıpkı Talut’un seksen bin kişilik ordusundan üç yüz on üç kişinin karşıya çıkabilmesi gibi.
Çare, imanımızı kuvvetlendirmek, kalbimize Allah’tan başka hiçbir şeyi sokmamak, dünyaya niçin gönderildiğimizin şuuruna varmak ve bu şuurun yörüngesinde hedefe kilitlenmektir.
Gideceğimiz menzile varmak için bize bir vasıta lâzımdır, âhir zaman denizini aşmak için bir gemiye muhtacız. Lâkin deniz suyu geminin içine girmemeli yoksa batarız; gemi, denizin üzerinde giderse menzilimize varabiliriz. İşte o gemi vücudumuzdur, dünya ise denizdir.
Dünya muhabbetinin tehlikesinden korunmak için dağlara çıkmak, mağaralara çekilmek, sosyal hayattan uzaklaşmak gerekmez. Dünyayı kalben terk etmek yeterlidir. Dünyayı amaç olarak değil, araç olarak kullanmalıyız. Mademki ebedî hayatı kazanmak için dünyaya gönderilmişiz, öyleyse dünyayı ve imkânlarını bu maksada hizmet ettirmeliyiz. Tabiri caizse bir inek gibi dünyayı sağmalıyız ama ineği misafir odasında ağırlamamalıyız; zira onun yeri ahırdır. Paranın yeri cüzdandır, koyunun yeri ağıldır, çek defterinin yeri kasadır, kalp değildir vesselâm.
Bu mevzuyu Hz. Şâh-ı Nakşibend’in bir hikâyesiyle bitirelim. Hazret, kumaş satan bir müridinin dükkânına girmiş, oturmuş. Onu görenlerin garibine gitmiş, “Koca Şâh Hazretleri bir çul dükkânında ne yapar acep?” demişler. Hazret cevap vermiş: “Müridimin kalbine baktım; eli kârda, gönlü yarda idi.”