‘’Ziver’’ olan ismini ‘’Zübeyir’’ olarak değiştirdi tam bir teslimiyet ve itminan-ı kalp ile bağlandığı ve ‘’beli’’ dediği Üstad’ı. Zübeyir bin Avvam’ın(R.A.) sadakat ve hulusiyeti ile her bir emrine tam bir inkiyad ile bağlandı.
Afyon Mahkemesi’nde bir destan yaşandı. Ceberut devrinin bu karanlık günlerinde, hiçbir şeyden perva etmeyen, dini için, imanı için ve Üstad’ı için her şeyi göze alarak muhteşem bir savunma yapan Zübeyir Ağabey, iman ve Kur’an hizmetinde bulunan bir fedainin hangi hasletlere sahip olması gerektiğinin muhteşem ve mücessem bir misalini verdi.
Elbette yalnızca Zübeyir Ağabey değildi bunu yapan. Diğer bütün Nur Yıldızları da mahkeme salonunu ışıl ışıl ışıldattılar. Savunmaları ile nur saçtılar etrafa. Bu kahramanların asla mağlup edilemeyeceklerinin destansı bir ispatını yaşattılar dosta ve düşmana. Üstad mesrur ve mütebessim olarak, hamd duyguları ile seyretti bu kahramanlık tablosunu…
Bu nasıl bir dava, bu nasıl bir inanç ve bu nasıl bir Üstad idi ki, uğrunda idamlara beş para ehemmiyet verilmiyordu? Haps-i münferitlere, gül bahçelerine girilir gibi giriliyordu. Maddeten fakir ve kuvvetsiz görünen bu insanları, davalarından döndürmek, korkutmak ve bu nuru söndürmek için var güçleri ile çalışan müstebitler, sert kayalara tosluyorlardı. Şaşkındılar, zavallı bir hale dönmüşlerdi bu metanet ve sebat karşısında. Yine de anlamak istemiyorlardı bu mukaddes direnci ve iman davasını.
Mahkeme salonunda cesaretle davasını anlatıyordu Zübeyir, bir dershanede ders veren bir müderris edası ile. Korkusuzca haykırıyordu, bu iman ve Kur’an davasının kudsiyetini bütün cihana. Sadakat, teslimiyet ve samimiyet nasıl olurmuş, gösteriyordu dosta, düşmana..
‘’Yirmi seneden beri milyonlarla insana din, iman, İslâmiyet, fazilet dersi veren ve onları dinsizlikten muhafaza eden Kur'ân tefsiri Risale-i Nur uğrunda idam edileceksem, sehpaya "Allah Allah, yâ Resulallah" sadalarıyla koşarak gideceğim. Komünizme kapılıp dininden çıkan, ebedî felâketlere yuvarlanan ve vatan haini olarak kurşuna dizdirecek cürümlerden gençlerimizi koruyan Risale-i Nur uğrunda kurşunla öldürüleceksem, o kurşunlara çekinmeden göğsümü gereceğim. Üstadım Bediüzzaman için hançerlerle parçalanırsam etrafa sıçrayacak kanlarımın "Risale-i Nur, Risale-i Nur" yazmasını Rabbimden niyaz ediyorum.’’
İşte bu sadakat ve cesaret dersi çınlıyordu Afyon mahkemesinin salonunda. Tek parti döneminin taşlara ve dağlara sinen korkusu, semtine bile yanaşmamıştı anlaşılan bu civanmert kahramanın. Üstad memnun bir şekilde dinliyordu bu muhteşem müdafaayı Allah’a şükrederek.
‘’Evet, Risale-i Nur talebesi olduğumu memnuniyetle ve ilân edercesine söyleyebilirim. İnkâr etmek, Risale-i Nur'un bana verdiği fazilet dersleriyle zıt olduğu için, bu cürmü işlemem. Risale-i Nur'un okuyucusu olan bir kimse, okuduğunu gizleyemez. Bilâkis, iftiharla, bilâpervâ söylemekten çekinmez. Zira çekingenliği icap ettirecek hiçbir cümlesi veya kelimesi yoktur.’’
Risale-i Nur Talebesi olmanın ve ona sadakatle şakirt olmanın mücessem bir misali idi bu kahramanca savunmayı yapan ve ‘’dünyalara değişilmeyen’’ yirmi dokuz yaşındaki fedakar kahraman.
‘’Sorgu hâkimliğinde, "Sen Risale-i Nurun talebesiymişsin" denildi.
Bediüzzaman Said Nursî gibi bir dâhînin şakirdi olmak liyakatini kendimde göremiyorum. Eğer kabul buyururlarsa, iftiharla "Evet, Risale-i Nur şakirdiyim" derim.’’ Evet bu sözleri söylemişti Risale-i Nur ile büyüyen ve serapa ‘’sadakat timsali ve cesaret abidesi’’ kesilen bu Nur Adam.
Üstad memnun bir şekilde ayağa kalkmış, ‘’Evet kabul ediyorum. Binine bedeldir’’ demişti. Bu en büyük ve hiçbir şey ile değişilmeyecek bir hediye olmuştu kendisine. Gözleri yaşarmıştı, talebeliğe kabul edilmenin engin sevinciyle. Ya bizler? Böyle bir talebeliğe kabul edilmenin engin saadetine nail olabilecek miyiz? Ya Rab, bizleri de ahir zamanın bu Muhammedi(ASV) davasına talebe kabul eyle, bu kahramanlar ile beraber. Rahmetini ve inayetini refik ederek...