Son sıralarda ‘tanrı parçacığı’ gibi ifadeler moda olmuştur. Bunun iki anlamı olabilir. Zahiri anlam bir de mecazi olanı. Zahiri anlamına baktığımız zaman İslam’ın ana ekseni Eş’ari ve Matüridilere göre Allah'ın parçalara ayrılması veya cüzlere bölünmesi imkan dışıdır. Bu anlamda tanrı parçacığı zahiri anlamda merduttur. Kabulü mümkün değildir. İkinci anlamı yani mecaz ise geçerlidir ve ‘tanrı parçacığı’ maddenin ruhu hükmündedir ve önemine binaen böyle söylenmiştir.
Tanrı parçacığı maddenin en önemli parçasına veya ruhuna tekabül edebilir. Veya başka bir benzetmeyle bedenle acbu’z zeneb yani kuyruk sokumu münasebeti gibi olabilir. Bununla birlikte kimi ilim adamları aranan hususun tanrı parçacığı olarak adlandırılmasını uygun bulmuyorlar. Higgs bozonu diyenler de var. CERN vasıtasıyla ispatlanmaya çalışılan enerjinin maddeye dönüşmesini sağladığı düşünülen parçacık, parçaların evrensel zekasıdır. Bu teori 1960'lı yıllarda, teorik fizikçi Peter Higgs tarafından ortaya atılmıştır. Dolayısıyla tanrı parçacığı ifadesi hangi düzeyde veya anlamda kullanılırsa kullanılsın mecaza hamledilir. İslami ekoller arasında mücessime veya müebbihe ekolü hariç bu gibi ifadeleri zahiri üzerine okuyan ve anlayan veya onaylayan bir grup yoktur. Alem ile Allah ilişkisi noktasında mecazen bu deyimler veya tabirler kullanılabilir. Ama mecaz hakikate yorulamaz. Keza insan ile Allah arasındaki ilişkilerde de böyledir. Sözgelimi insan veya ruhu Allah’ın cüzü veya parçacığı değildir.
*
Vahdet-i vücut tartışmaları noktasında da bu mesele gündeme gelmiş ve vahdet-i vücutçuların veya mevcutcuların ‘alem Allah’tır veya Allah alemdir’ yaklaşım veya çağrışımlarına karşı vahdet-i şuhutçular 'alem Allah’tandır' demişlerdir. Birinciler ‘hemeost/o’dur’ derken ikinciler heme ez ost/ondandır demişlerdir. Her şey o’dur değil her şey ondandır demişlerdir. Vahdet-i vücutcular alem-inkar edince inkar edilen alem, dolayısıyla hakkın ayinesi olmaktan çıkmış, kendisi veya parçası haline gelmiştir. Alemin inkarı yerine ispatı ise Allah ile farklı olduğunu ortaya koymaktadır. Tasavvufta vahdet-i şuhud ekolü ve buna mümasil olarak kelamcılardan müşebbihe veya mücessime olmayan kısımlar alemin varlığını ispat ettikleri gibi aynı zamanda Allah’ın bir parçası olmadığını zira Allah’ın müteal ve erişilmez ve benzersiz olduğunu ortaya koymuşlardır. Bundan dolayı Nesefi Akaidinde ‘hakaiku’l eşya sabitetun’ denilmiştir. Bu sofistlere reddiye olduğu gibi aynı zamanda vahdet-i vücut anlayışına da bir gönderme ve reddiyedir. Bilinmez nedendir Yaşar Nuri Öztürk gibiler bu ibareye karşı çıkmışlardır. Sofist olduklarından mı yoksa vahdet-i vücutçu olduklarından mı yoksa ortaya çıkmak ve görünmek için mi? Yani şov amaçlı mı?
*
Yaşar Nuri Öztürk bir gazeteci değildir lakin gazeteciler arasında ona en çok benzeyen Ertuğrul Özkök olsa gerek. Fantaziler dünyasında dolaşıyor. Bu anlamda Bosna’ya gidip tasavvufi yazılar yazan Musa Dede’ye övgüler düzdü. Benim de Musa Dede’nin Saraybosna gezisi ve yazdıkları dikkatimi çekmişti. İlk yazdıklarını fırsatım olmadığı için okuyamadım. Özkök’ün telkinleri doğrultusunda sonrakileri kaçırmamaya çalıştım. Bir de baktım ne göreyim: tavsiye eden gibi tavsiye edilen de cılk ve bayat şeyler söylüyor. Sanki esrar (sırlar) adına esrar tavsiye ediyor. Musa Dede’nin ‘Bosna’da ‘Sufi’ ustalarıyla sohbetler’ başlıklı yazısı yanlışlarla dolu. Birincisi İslami siyasetçilerin Marksist deyimlerden etkilendikleri ve çalışana emekçi dedikleri gibi benzeti ters kavramlar tasavvuf sahasında da kullanılıyor. ‘Sufi ustalar’ ne demektir? Ustayı üstad olarak da görsek aslında sufi şeyhler ilimden ziyade feyzi temsil ediyorlar. Bundan dolayı burada başlıkta sufi ustalar değil, sufiler, mutasavvıflar veya şeyhler ifadesi kullanılabilirdi. Böylece asla uygunluk ve sadakat tutturulmuş ve korunmuş olurdu. Neyse başlığı geçtik.
Öze gelince CERN’deki araştırmalardan etkilenmiş gibi Musa Dede’nin konuştuğu Kadiri Şeyhi Sead Efendi konuşması sırasında ‘Ruh Allah’ın cüzüdür’ demiş (5 Mayıs 2013 Hürriyet Pazar.) Arapların deyimiyle burası beytü’l kasit yani bam teli. Ruh mazhar-ı ilahidir deseydi veya ruhun bedene Allah tarafından üfürüldüğünü söyleseydi ses çıkarmazdık. Ruhun Allah’ın cüzü olduğunu söylemek hem insanı ilahlaştırmak hem de Allah’ı parçalamak ve cüzlere bölmek, ayırmak ve hem de beşerileştirmektir. Acaba Şeyh Sead Efendi farklı anlattı da Musa Dede yanlış mı anladı yoksa ‘hancı sarhoş yolcu sarhoş’ misali mi? Ruh elbette Allah’tandır lakin parçası değildir. Eğer Ruh Allah’ın parçası ise ruhullah olan Hazreti İsa da Hıristiyanların tanımladığı gibidir. Oysa doğru tanım bizimkisidir onların ki değil.
Hazreti İsa’nın babasız doğması ve ruhullah veya kelimetullah olması teşriftir. Onu insanlık dairesinden çıkararak uluhiyet makamına yükseltmez. Keza Kur’an Allah kelamıdır ama kelamcılara göre ne halıktır ne kelam-ı nefsi anlamında mahluktur. Hazreti İsa halık olmadığı gibi, diğer insanlar gibi mahluktur. Meryem oğlu İsa, Allah’ın “Kün” [Ol] emriyle yarattığı mahlûkudur ki, Onu Meryem’e ilka etti. O da, diğer ruhlar gibi, Allah’tan bir ruhtur. [Nisa 171]. Her ne kadar, bütün ruhlar Allah tarafından yaratılmışsa da, Hazret-i İsa’nın kıymetini bildirmek için ona, Kelimetullah dendiği gibi, (Ruhullah) da denmiştir. Kelimetullah, Allahü teâlânın kelimesi demektir. Kelime, burada ruh anlamındadır. Allahü teâlâ herkesin Rabbi olduğu halde, Peygamber Efendimize, (Senin Rabbin) buyuruyor. Buradan, başkalarının Rabbi olmadığı manası çıkarılamaz. Bunlar gibi, Kâbe için, benim evim buyuruyor. Biz de onun için Kâbe’ye (Beytullah = Allah’ın evi) diyoruz. Cami de, Allah'ın evidir. (Mesacidallah = Allah’ın mescitleri) tabiri, Kur’an-ı Kerimde de geçmektedir. (Bekara 114, Tevbe 17, 18, Cin 18).
Ruh Allah münasebeti konusunda Mehmet Saim Yeprem Hoca şunları söylüyor: ”Şimdi o kelimeyi sizin nasıl anladığınız önem taşımıyor. Arap dilinde “nefeha min rûhî” bir deyim, eski Arapça lugatların hepsinde geçer bu, “hayat vermek” “diriltmek” demektir. Deyimleri de tahlil etmenin anlamı yoktur. Kelamcıların “Delil-i Mecmű” denilen bir düşünce mantığı vardır. Tipik örneği bu Âyette görülüyor. ”Ruh”un ne olduğu merak ediliyor. Eğer kelimenin tahlili yapılacaksa, bizzat Kur’an-ı Kerim “yes’elűneke ani’r-Ruh” Âyetinde bakınız nasıl tanımlamış: “Sana Ruh’tan sorarlar”, “kuli’r-Ruhu min emri rabbî” “de ki, ruh Rabbimin emrindendir.” O halde Rabbin emrinin ne olduğunu bilmeye ihtiyaç var. Onu da “Yâsîn” suresinde açıklıyor, “İnnemâ emruhu izâ erâde şey’en en yekûle lehu kün feyekűn”. Şimdi bakınız matematik mantıkla Yâsîn sûresindeki bu tarifi, ve “nefahtü min rûhî”ye monte edin. “Ona ruhumdan nefhettim (canlandırdım)” yerine, illa ki onu ibare olarak tercüme etmek istiyorsanız, Kur’an-ı Kerim’deki ifadeyi yerine koyun “Fe izâ sevveytuhu” “o bedeni tesviye ettiğim zaman” “ve nefahtü fîhi min rűhî” “ona varlığını dileyip de ol dediğim zaman olan şeyi nefhettim.”
Peki, şimdi “ve nefahtü fîhi min rûhi” “ben kendi ruhumdan bir parça üfledim, kendi ruhumun bir kısmını üfledim” gibi bir anlayış yedinci hicri asırdan sonra ortaya çıkan spritüalist düşüncelerin, genellikle Eflâtun felsefesine dayalı düşüncelerin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır, Vahdet-i Vücud felsefesinin Muhyiddin-i Arabi kaynaklı yorumunun büyük etkisi vardır bu anlayışta. Arap diline de aykırı düşüyor. Şimdi Arap dilinde, dil çok önemli burada, “min” kelimesi “bazı” anlamı ifade ediyor “ruhumdan bir parça ona üfledim” burada “bazı” anlamı var; “min”, “cins” mânâsı ifade edebiliyor o da “ruhum cinsinden bir şey üfledim” mânâsına geliyor. Ama buradaki “min” “lâm” mânâsına da olabiliyor, yani “benim elimde bulunan, benim mülkümde bulunan, bana ait olan ruhtan bir miktar üfledim.” Mesela ben size çikolatamdan ikram ediyorum, ben size benim çikolatamdan ikram ettim, çikolata benim cinsimden mi demektir. Benim olan, bana ait olan, ya da ben çikolata imal eden birisi olabilirdim, o zaman benim imal ettiğim, benim var ettiğim çikolatadan ikram etmiş olurum. İşte burada da, “ruhumdan üfledim” derken ruhun Allah ile aynı yapıda olması anlamına gelmez. Bakınız dil bunların hepsine müsait. En önemlisi bütün bu tartışmalar Arap dilinin “ahyahu” (hayat verme-canlandırma) mânâsına “nefaha min ruh” terimini, deyimini kullanıldığının bilinmemesinden kaynaklanıyor.”