Her insanın bir değerler manzumesi vardır ve olayları bu değerlerin ölçüsü ile tartar. Bazen de çok güvendiği birine aklını teslim eder ve her hadise için ayrı ayrı düşünmesine gerek kalmaz. Güvendiği kişiye bakar ve o ne diyorsa kendisi de onu benimser. Bu, insana bir rahatlık veriyor gibi görünse de mesuliyetten kurtarmaz. Ve sağlıklı düşünme, analiz yapma, hadiseleri yorumlama yeteneklerini de köreltir. Her insan yaptıklarının hesabını kendisi verecektir. Ve tercihlerinden mesuldür.
Sahabe efendilerimizin bu konudaki tutumlarını anlamakta zorlanıyorum. Peygambere (asm) muhatap oldukları halde her iş için O’na mutlak itaat etmemişler. Kendisine sormuşlar, "bunu sana Allah mı bildirdi yoksa kendi fikrin mi" diye ve eğer vahiy ile bildirilmemiş ise kendi farklı fikirlerinde ısrar etmişler. Oysa ki insan düşünüyor eğer kendisine mutlak itaat ile uyulmaya en layık biri varsa o elbette Peygamberdirimizdir (asm). Halbuki Sahabe efendilerimize bakınca kendi akıllarını iptal etmekle itaat etmediklerini görüyoruz. Soruyorlar, sorguluyorlar ve vahiy kaynaklı olmayan fikirlerine de itaate kendilerini mecbur hissetmiyorlar. Farklı fikirleri olduğunda bunu da Allah Resulü Aleyhissalatü Vesselam’a söylemekten de çekinmiyorlar.
Bunlardan anlıyoruz ki Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam, onların rahatça fikirlerini söylemelerine zemin hazırlamış. Onlarla istişare ediyor ve kendi fikrine zıt olan istişare kararlarını da uygulamaktan (hatta bazen neticenin iyi olmayacağını bilmesine rağmen) çekinmiyor.
Asr-ı Saadet’i saadet asrı yapan unsurları anlayıp günümüze taşımaktan başka saadeti kazanmak yolu yok. İslamın çekirdek toplumundaki esasları uygulamaya muhtacız. İstişare ile işlerimizi yapmaya ve bir ‘iyi bilen’in cebine aklımızı koymadan hür irademiz ile düşünebilmeye ihtiyacımız var.
Madem Allah dinine tabi olmayı insanlara teklif ederken akla kapı açıp ihtiyarı elden almıyor ve madem Allah’ın Resulü (asm) Ashabını kendisine her konuda mutlak itaate zorlamıyor. Benim gibi düşünmek zorundasınız demiyor. Öyle ise biz de işlerimizi emir-kumanda zinciri ile hallederek saadete ulaşamayız.
Siyaset gibi bazı alanlarda bir hiyerarşik yapı kaçınılmaz olabilir ama Risale-i Nur’a hizmet amacı taşıyorsak bir hiyerarşik yapıdan uzak durmamız gerekir. Elbette her cemaatte fazileti fazla olan şahıslar bulunacaktır, fakat bu meziyetlerin cemaatteki tüm fertlere mâl edilmesi ile kuvvet ve kıymet artar. Yoksa bütün faziletlerin ve cemaatin çalışması ile hâsıl olan neticelerin bir şahsa verilmesi zulümdür.
Tüm bunlarla beraber insan bir şeye bağlanmak ve kendisini bir şeyde veya bir şahısta fena etmek ihtiyacındadır. Bazen de bir şahsa tarafgir olur. Tarafgirliğin sakıncalı olmayan tek cinsi vardır o da hakka tarafgirliktir. Bundan gayrı tarafgirlikler zulme kapı açar. Tarafı olduğumu koruyayım derken karşısındakine zulmeder. Ayrıca tarafgiri olduğu kişiye de zulmeder çünkü "ihsan-ı İlahîden fazla ihsan ihsan değildir" kaidesince tarafgirlik damarı ile kusurları görmez ve o kişi için değil bir hayırhah olmak, hatalarına destek veren bir olur. Böylelikle hem kendine hem de tarafgirlik ettiği şahsa zararı dokunur.
Bir insanın her konuda hakkı söyleyip hakka tarafgir olması nadirattandır, öyle ise bir insana tarafgir olmak da bazen hakkı bazen de hak olmayanı savunmak manasına gelebilir. Bu yüzden şahıslara değil de hakka taraftar olmak selametlidir. Zira hak aldatmaz ve hakikatbîn aldanmaz.
Mesele bir şahsı taklit etmek ise; kendisini taklit etmenin ibadet olduğu tek kişi Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam’dır. Elbette O’nun yolundan giden, O’na benzeyen her şahıs kıymetlidir, değerlidir. Ama bu kıymet tahakküm vesilesi değil birleştirici rol oynamanın mesuliyetine vesiledir. Ümmet arasındaki ihtilafları uzlaşmaya dönüştürmenin mesuliyetidir.