Doç. Dr. İsmet Kayaoğlu, İslam Kurumları Tarihi adlı çalışmasında Şiiliği üç temel esasa indirger veya bağlar. Bunlardan birisi din, diğeri devlet (ahkam-ı Kur’aniyye ve İslamiyye) üçüncüsü ise bir siyasi sülale/ hanedanlık oluşturmaktır. Bu sülale/hanedanlık etrafında oluşan siyasi tarafgirliğe ise biz genel olarak Şiilik diyoruz. Elbette Şiilik taraftarlık anlamındadır ve bu bağlamda Kur’an-ı Kerim, Mısır’daki Beni İsrail mensuplarını Musa Aleyhisselam’ın Şiası yani yandaşları olarak anar. En azından zımnen bunu böyle anlıyoruz.
Bediüzzaman toptancılık yapmadan Avrupa’yı veya Batı’yı iki kısma ayırdığı gibi Şia’yı iki kısma ayırmıştır. Bunlardan birisi Şia-i hilafet diğeri de Şia-i velayettir. Esasında Ebu’l Hasen en Nedevi de ‘Suretani Mütedaddani’ adlı eserinde aynen Bediüzzaman’ın tasnifine benzer bir yaklaşımı sergiler. Kitabın özeti iki zıt Şiilik anlayışını birbirinden ayırmaktır. Veya Ehl-i beyt mesleğiyle Şia-i hilafet mesleğini birbirinden tefrik ve temyiz etmektir.
Prof. Hamid Algar, Türkçe’ye de kazandırılan Nakşibendilik adlı doyurucu eserinde Sünnilik içinde bir Şii damarın bulunduğunu beyan eder ve bunu ispat sadedinde veya bağlamında Molla Cami’nin Şevahidü’n Nübüvve gibi kitaplarına atıfta bulunur. Sünnilik içinde bir Alevi neşve veya neşe bulunduğuna dair genel bir kanaat vardır. Özellikle de mutasavvıflar arasında. Tasavvufi silsilelerin geneli Hazret-i Ali’ye dayanır. Osmani ve Bekri tarikatlar da elbetteki vardır. Bununla birlikte Şia-i hilafet veya imamet veya siyaset bu noktayı veya Ehl-i beyt meselesini bir çekim alanı olarak görerek sufileri veya benzerlerini de kendine imale etmek ve haziresine katmak ister. Ya da bu gibi zümreleri kazanmak için Ehl-i beyt muhabbetini kendine rehberden ziyade alet eder.
Bu zümreler siyasi Şiiliğe meylettiklerinde veya yaklaştıklarında kendilerinde itidal veya insaf eseri kalmamaktadır. Dolayısıyla Şia-i hilafet ehl-i İslam beyninde yıkıcı bir mahiyet ve suret kazanmaktadır. Bu durumda teşeyyü veya Şia-i hilafet ikliminde veya meydanında cevelan edenlerde geçmişlerine ve mazilerine dair bir eser kalmamaktadır. Şia’da yok olmakta veya tefani etmektedirler. Burada Şia-i hilafet ile Ehl-i sünneti birbirinden ayıran temel vasıf Peygamberin (ASM) hanedanına veya Ehl-i beytine siyasi atıftır. Sünni literatürde ise Ehl-i beyt’e tek siyasi atıf Mehdi ile ilgili rivayetlerdedir. Lakin Mehdi Hazreti Peygamberin soyundan olmakla birlikte Şia’nın iddia ettiği silsileden değildir. Seyyitliği veya şerifliği ya da Haseni veya Hüseyni olması tartışılsa bile Hasan Askeri’den doğmadığı ve Samarra’da gizlenmediği tartışmasız bir hakikattir.
Bediüzzaman, Ehl-i sünnet çizgisinde Şia-ı velayet derken aslında Ehl-i beyt’in siyasi bir sülale değil manevi bir hanedanlık olduğua vurguda bulunmuştur. Onlar saltanatın değil dinin temsilcisi ve bekçisidirler. Esasında tarihi kaynaklar da imamların kendilerini siyasi bir figür olarak takdim etmediklerini ortaya koymaktadırlar. Yani Şia-i hilafet Cafer-i Sadık ve onun buyruklarına rağmen oluşmuştur. Yani onlar adına bir yol ve siyasi meslek ihdas edilmiştir. Ehl-i beyt, Enl-i sünnet ve’l cemaatin ortaya koyduğu gibi manevi bir silsiledir ve siyasi bir hanedanlık değildir. İslam dünyasının kaynaşamamasının temelinde Şia-i hilafet vardır. Yoksa ortada bir saygısızlık veya hürmet eksikliği yoktur.
Bediüzzaman’ın Şia-i hilafet ve Şia-i velayet bağlamındaki ayrımı karşısında bugünkü İran hangi yakaya veya kategoriye düşmektedir? Ya da soruyu başka bir biçimde soracak olursak; bugünkü İran Şia-i hilafet midir yoksa Şia-i velayet midir? Bu sorunun cevabı nettir ve açıktır. Bugünkü devrimci İran tarihteki Şia-i hilafetin konumunu tevarüs etmiştir. Siyasi ağırlıklı bir meslek ve harekettir ve bu yüzden de rabbani özelliği siyasi özelliği içinde erimiş ve kaybolmuştur. Velayet akla ibadeti getirdiğinden dolayı İran devriminin ibadet alanındaki akisleri rabbani veya velayeti özellikler taşıyıp taşımadığını ortaya koyar.
Devrimin geride bıraktığı akisler ve tortu onun hangi kategoriye girdiğine dair bize ipucu veya bir test imkanı verir. Şöyle ki, devrim sonrası İran’da İslami siyasete atıf artmış lakin ibadete olan atıf azalmıştır. Hatta birçok İranlı devrimci devrimden sonra halk arasındaki dindarlığın Şah dönemine nazaran gerilediğini itiraf etmektedir. Elbette bu mukayese Şah dönemini yüceltmek değildir. Sonraki yöntemin meydan verdiği zararları ortaya koymak içindir. Şah döneminde ‘İslami siyaset’ yoktu, devrimle birlikte oluştu ama ibadet boyutu geriledi. Bu çeşitli istatistiklerle ispatlanmıştır. Özellikle sabahları Tahran’da camilerin yüzde 70’inin kapalı olduğu belediye kayıtlarıyla tespit edilmiştir. Kaldı ki Tahran cami zengini bir şehir de değildir. Bu yönde Kahire, Tahran ve İstanbul arasında camilerin sayısı ve cemaatin durumuyla ilgili karşılaştırmalı bir çalışma çok faydalı olacaktır. İbadet iklimi sadece kamusal alandaki bazı zorlama ve dayatmalarla sınırlı ve kaimdir. Yukarıdan inmeci bir biçimde devlet halkı nizama ve hicaba sokmaya çalışmakta ve bu da ters tepmektedir. Güzel örneğe dayalı temsille değil de tebliğ, telkin ile ve cebir kullanarak kendince yol almaya çalışmaktadır.
Ayetullah Humeyni, Safeviliği olumsuz bağlamda ele almasına rağmen Şia-i hilafetin en uç modellerinden birisi olan Safevilik bugünkü İran rejiminin yapısına ve karakterine damgasını vurmuştur. Ali Şeriati’nin deyimiyle (İnsanın Dört Zindanı kitabındaki metafora atıfla) Humeyni Devrimi, Şah İsmail’in tarihi zindanında hayat bulmuş ve dünyaya gelmiştir. Ayetullah Humeyni’nin reddi mirasta bulunması tarihi gerçeği değiştirmez. İran Devrimi, tarihi Safevi zemininde ve yatağında veya mecrasında doğmuştur. Zaten bugün devrimden geriye Pasdaranların şahsında militarizm ve manevi olarak da kuru bir Şia-ı hilafet kalmıştır. Humeyni belki bilerek belki bilmeyerek belki de kendince iyi niyetli olarak günümüzde Şia-i hilafeti yeniden diriltmiş oldu.