Bediüzzaman 1930’lu yıllarda kaleme aldığı bir mektubunda şöyle der: “Bu âhirzaman çok çalkalanıyor; bu fitne-i âhirzaman “acip” şeyler doğuracağını ihsas ediyor!”
Cümle, içinde yaşadığımız siyasi atmosfere ışık tutuyor.
Hakikaten dünya son yüzyılda çok büyük manevi buhranlar geçirdi.
Aynı dünya bugün büyük kırılmalar yaşıyor.
Fukuyama’nın dediği gibi tarih sona mı erdi, yoksa yeniden mi yazılıyor?
Huntington haklı mıydı, medeniyetler hep çatışmak zorunda mı?
Veya kader ağlarını yeniden mi örüyor? Eğer böyle ise beşeriyet hangi düzlemdeki duruşlarıyla kadere bu fetvaları verdiriyor?
Sıcak olayların cereyan ettiği ve refleksif/hissi etki/tepkilerin yön verdiği zeminlerde doğru istikamet adına cümleler sarfetmek elbette zor.
Dolayısıyla insan(lık) temelinde ve fıtrat kanunları muvahacesinde olacaklar adına bazı önseziler dile getirmek mümkün.
Bediüzzaman Hazretleri, “hayat-ı içtimaiye-i insaniyede bir çığır açan kâinattaki fıtrat kanunlarına muvafık hareket etmelidir” der.
Küresel köyün kavalcıları bu çığırın dışında yollara tevessül ettikleri sürece fıtratın ezici gücünden “şamar” yemeye devam ederler.
İslam coğrafyası Osmanlı’dan sonra büyük ve dinamik değişiklikler yaşadı…
Modernite ve devamındaki küreselleşme süreçlerinde Batı hep kendi değerlerini evrenselleştirme eğilimine girdi. Bu değerlerini “sopa” ile İslam milletlerine empoze etmeye çalıştı.
Batı medeniyetinin temeli elbette bütünüyle sağlam değil. “İsevilik dini hakikisinden feyiz alarak” iş gören birinci Batı hariç, tefekkürünün derinliğinde “nebevi” izler işlevsel değil.
Bugünkü çatışmaların fikir babaları Fukuyama Hegel’den, Huntington’da Toynbeee’den tahrif edilmiş ve siyasal pragmatizme kurban edilmiş düşünceler sundular.
Batının büyük kurucuları, siyasileri, hukukçuları ve devlet yöneticileri “bu düşünürlerin incilerini” teraziye koymadan satın aldılar ve sonrasında da dünyayı ateşe verdiler!.
Çünkü bu düşünürler dünyayı “Batı”, bütün insanlığı da “Batılı” olarak gördüler.
Toynbee aynen şöyle der: “Biz batılılar tarihe bakarken bütün insanlığın bize doğru aktığı kanaatiyle bakarız!”
Bu ve emsali medeniyet tarihçileri, medeniyetleri kendi içinde okuyacak referanslara sahip değiller.
Batı tefekkürünü üreten beyinlerin İslamın “insaniyet-i kübra” paradigmasıyla taze ve sıcak temas kuracak algı düzeyleri maalesef mevcut değil.
Batının büyük çoğunluğu bugün islamafobya hastalığıyla malûl. Kimse sizin anlattığınızı duymuyor.
Dolayısıyla Risale-i Nur gibi zengin insani ve dini literatürü içeren bir eser külliyatı bu hastalığın ilacı olacaktır inşaallah.
Bu gün hem Batı’da hem de Doğu’da eskinin ölmekte olduğu, fakat yeninin doğmadığı bir flû durum var.
Her iki kanat da “öz”ünü arıyor.
Hürriyeti, imanı, ahlâkı, marifeti, yani doğru İslamiyeti.
Batı “aklıyla”, Doğu “bedeniyle” çatışarak arıyor.
Her ikisinin de itici gücü meyl-i taharri-i hakikattır.
İnsani özden koparılarak kendisine yabancılaştırılan ve şaşkına çevrilen insan elbette sonunda hakikati bulacaktır.
Elbette zaman kaydını izhar edecek, kimse itiraz edemeyecektir.
Fakat bu kolay olmayacaktır.
Çünkü hiçbir şey göründüğü gibi değil.
Mesela İslam coğrafyasındaki hareketlenmeleri herkes kendine lehine çevirmek için planlar yapacak.
Hürriyet hareketlerinin arkasında iyi niyetli olmayan şahıslar, heyetler ve devletler de olacak.
Fakat bildiğimiz bir şey var ki, kaderin ördüğü ağlar hepsini kuşatacı boyuttadır.
Bediüzzaman bu kuşatıcı ağın sınırlarını şöyle çizer: “Asıl insaniyet-i Kübra olan İslamiyet, sema-i müstakbelde ve Asya’nın cinanı üzerinde bulutsuz güneş gibi pertevefşan olacaktır!”