Bediüzzaman Said Nursi’nin onayı alınarak üniversiteli Nur talebeleri tarafından hazırlanan ve 1958 yılında basılan Tarihçe-i Hayat adlı eserin üzerinden altmış üç yıl geçmesine rağmen hala bazı yanlış bilinen meseleleri tashih edilmemiştir. Basıldığı dönemde bilgiye ulaşma imkânının az olması ve sınırlı kaynaklarla yetinilmesi bazı hataların meydana gelmesine yol açmıştır. Zaman zaman tashih konusu dile getirilmiş ama hiçbir yayınevi buna yanaşmamıştır. Tarihçe-i Hayat’ın dörtte üçü Risale-i Nur’dan alınan kısımlardan meydana gelmiştir. Dörtte birinde ise Bediüzzaman’ın hayat safhalarına ve hizmete dair yazılara yer verilmiştir.
Tashih meselesine el atılmamasının en önemli sebebi ise güya eserin Bediüzzaman’ın tashihinden geçmiş olması yanılgısıdır. Hâlbuki Bediüzzaman sadece ilk başlarda şahsına ait meselelerin çıkarılmasını istemiş ve nazarların Risale-i Nur’a verilmesini istemiştir. Nur talebeleri de bu isteği yerine getirmişlerdir. Eser matbaada basıldıktan sonra formalar halinde getirilip Bediüzzaman’a bilgi verilmiştir ve o formalar alınıp İstanbul’da ciltlenmeye götürülmüştür. Yoksa Bediüzzaman Tarihçe-i Hayatı oturup inceden inceye tashih etmemiştir. Zaten kendisi de Latince bilmediğinden tashih etmesine imkân yoktur. Bazı iddialara göre de Bediüzzaman’a eser okunmuş kendisi gerekli tashihleri yapmıştır. Bu zayıf ihtimali de kabul etmemiz durumunda kendi hayatının anlatıldığı bir eserde görülen yanlışları Bediüzzaman’ın kabul ettiğini kabullenmek zorunda kalırız.
Tarihçe-i Hayat’ta tespit edebildiğimiz tashih edilmeyi bekleyen meseleleri gerekçeleri ile beraber maddeler halinde açıklamaya gayret edeceğiz. Ümidimiz bu çalışmanın muhatabını bulması ve gerekli tashihlerin yapılması.
1.” Benim Cezire’de çok âlimlerim var; eğer hepsini ilzam edebilirsen senin dediğini yaparım, eğer ilzam edemezsen seni Fırat Nehri’ne atarım.”
Bu cümle Eşref Edip’in 1952 yılında basılan Risale-i Nur Müellifi Said Nursi adlı eserden aynen olduğu gibi iktibas edilmiş. Fırat kelimesi onun kendi ilavesidir. İlk kaynak Tarihçe olan ve Bediüzzaman’ın yeğeni Abdurrahman tarafından 1919'da basılan eserde nehir ismi geçmemektedir. Nehir ismi yazmak gerekirse Dicle olarak yazılabilir.
2. “Molla Said, Bitlis’te iken on beş on altı yaşlarında idi. Henüz sinn-i büluğa vâsıl olmuştu.”
Abdurrahman’ın yazdığı Tarihçe-i Hayatta ise on altı–on yedi yaşlarında olduğunu belirtir. Çünkü Bediüzzaman daha Siirt’te iken “Bu esnada on beş on altı yaşlarında bulunuyordu. Lâkin kuvve-i bedeniyece pek çevik ve metindi. “Saidü’l-Meşhur” lakabıyla yâd ediliyordu. Siirt’te kendisiyle mücadele etmek isteyen bütün arkadaşlarına karşı hazır bulunduğu ve aynı zamanda sorulacak bütün suallere cevap vereceğini, kimseye sual sormayacağını ilan etti.” Siirt’ten sonra Cizre’ye gelir ve bir müddet sonra Mardin’de de kalıp sürgünle Bitlis’e gönderilir.
3. “YAŞASIN ŞERİAT-I AHMEDÎ (ASM)
“Dinî Ceride: 77
5 Mart 1325 (18 Mart 1909)”
Volkan gazetesinin ismi verilmeden sadece Dini Ceride denilmiş.
4. “HAKİKAT
Dinî Ceride: 70
26 Şubat 1324 (Mart 1909)”
Yine Volkan gazetesinin adı geçmemiş.
5. “O muharebeler esnasında, Ermeni fedaileri bazı yerlerde çoluk çocuğu kesiyorlardı. Buna karşı Ermenilerin çocukları da bazen öldürülüyordu. Bedîüzzaman’ın bulunduğu nahiyeye binlerle Ermeni çocuğu toplanmıştı. Molla Said askerlere: “Bunlara ilişmeyiniz!” diye emretti.”
Eşref Edip’in yanlış anlaşılmalara sebep olacak ilave cümlesi aynen Tarihçe-i Hayat’ta iktibas edilmiş. Abdurrahman’ın yazdığı tarihçede doğrusu şöyle geçer: “Ermeni çetelerinin taarruzunu işitir. Bu defa vatanına yani esas meskat-ı re’sine giderek fedâîlere karşı müdâfaa eder. Ermenilerin âile ve ma‘sûm çocuklarını toplayarak bunlara dokunmak şer’an câiz olmadığından ahâlîyi men eder. Ve mezkûr çoluk-çocukları Ermeni fedâîlerine teslîm ettirmek için gönderir. Ermeni fedâîleri bu hâlden memnûn olarak, “Mâdem ki siz bizim âilemize dokunmuyorsunuz, biz de muhâriblerinizden başka kimseye dokunmayız.”
6. “Muş’un sukut etmesi dolayısıyla otuz topumuzu askerler bu tarafa kaçırmaya çalışıyorlar. Eğer sen, o otuz topu gönüllülerinle ele geçirebilirsen birkaç gün o toplarla mukabele ederiz ve ahali de kurtulur, dediler.
Bu şekilde, otuz topun Bitlis’e gelmesini temin eder. O toplarla üç dört gün asker ve gönüllüler düşmana mukabele edip bütün ahali ve cihazat ve mallar kurtulur.”
Yine Eşref Edip’in Tarihçesinden iktibas edilen abartılı otuz topun kurtarılması hadisesi Abdurrahman’ın eserinde on iki top olarak ifade edilir. Devlet arşiv belgelerinde de sekiz top veya on iki topun kurtarıldığı yazılır.
7.“Sonra Ruslar esir edip; Van, Celfa, Tiflis, Kiloğrif, Kosturma’ya sevk ederler.”
Tarihçe’de geçen yer isimlerinin tashihinin yapılması araştırmacıların daha sağlıklı araştırma yapmasını sağlayacaktır. Celfa yerine Culfa, Kilogrif yerine Kologriv ve Kosturma yerine doğrusu Kostroma yazılması gerekir.
8.” Bedîüzzaman, iki buçuk sene kadar Sibirya taraflarında esarette kalır.”
Bediüzzaman’ın Sibirya taraflarında esarette kaldığını 1948 yılında Ehl-i Sünnet mecmuası bir hatıraya dayanarak yazar. Ama işin aslını Bediüzzaman’dan dinleyelim: ”Harb-i Umumî’de esaretle, Rusya’nın şark-ı şimalîsinde, çok uzak olan Kosturma vilayetinde bulunuyordum. Orada Tatarların küçük bir camii, meşhur Volga Nehri’nin kenarında bulunuyordu.” Bu tespit bile Tarihçe-i Hayatın Bediüzzaman’ın tashihinden geçmediğini gösteriyor.
9. “Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankara’dan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım mebusların da arzularına uyamayacağını bildirerek Ankara’dan ayrılır, Van’a gider. Ve orada hayat-ı içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernebad Suyu başında bir mağaracıkta idame-i hayat etmeye başlar.
10. (Bedîüzzaman, kendisine tevdi edilen mebusluğu ve teklif edilen Diyanet’teki Müşavere Azalığını ve Şark Vilayetleri Umumî Vaizliğini kabul etmeyerek Ankara’dan Van’a giderken “Eski Said”i Yeni Said’e götüren tren bileti.)”
Bediüzzaman’ın Ankara hükümeti ile anlaşamayarak yukardaki metinde belirtildiği gibi Van’a gitmediğini Tarihçede fotoğrafı yayınlanan bilet bilgilerinden anlaşılacağı üzere Ankara’dan Gebze’ye gittiği anlaşılıyor. Gebze’den İstanbul’a geçerek bir müddet Yuşa tepesindeki camide inzivaya çekilmiştir.
11. “Van’da mezkûr mağarada yaşamakta iken Şark’ta ihtilal ve isyan hareketleri oluyor. “Sizin nüfuzunuz kuvvetlidir” diyerek yardım isteyen bir zatın mektubuna, “Türk milleti asırlardan beri İslâmiyet’e hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez, siz de çekmeyiniz; teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet, irşad ve tenvir edilmelidir!” diye cevap gönderiyor. Fakat yine hükûmet, Bedîüzzaman’ı Garbî Anadolu’ya nefyediyor.”
Burada geçen ifadelerin Şeyh Said hadisesi ve Bediüzzaman’ın sürgünü ile ilgisi yok. Bunun doğrusunu Bediüzzaman Şualar isimli eserinde 1914 yılında meydana gelen Şeyh Selim hadisesi ile şöyle izah eder, “Eski harb-i umumîden biraz evvel, ben Van’da iken bazı dindar ve müttaki zâtlar yanıma geldiler. Dediler ki, ‘Bazı kumandanlarda dinsizlik oluyor. Gel bize iştirak et. Biz bu reislere isyan edeceğiz.’ Ben de dedim, ‘O fenalıklar ve o dinsizlikler, o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu onun ile mes’ul olmaz. Bu Osmanlı ordusunda belki yüz bin evliya var. Ben bu orduya karşı kılıç çekmem ve size iştirak etmem.’ O zâtlar benden ayrıldılar, kılıç çektiler, neticesiz Bitlis hâdisesi vücuda geldi. Az sonra, Harb-i Umumi patladı. O ordu, din namına iştirak etti, cihada girdi ve o ordudan yüz bin şehidler evliya mertebesine çıkıp beni o davamda tasdik edip kanları ile velayet fermanlarını imzaladılar.” (Şualar, s. 566)
12.” Evvela, Burdur vilayetine askerî muhafızlarla nefyediliyor. Burdur’da zulüm ve tarassudlar altında işkenceli bir esaret hayatı geçiriyor.”
Bediüzzaman’ın hayatı incelendiğinde Burdur’da yazıldığı gibi işkenceli bir esaret hayatı yaşamadığı görülmektedir. Sürgünden gelen sıkıntılar ve tarassutlar olmuştur. Burdur’u ziyaret eden Mareşal Fevzi Çakmak valiye “ona ilişmeyiniz hürmet ediniz” talimatını verir. Ayrıca bütün sürgünler her gün karakola gidip imza verdiği halde kendisi bir gün bile ispat-ı vücut için imzaya gitmemiştir.
13. “Bedîüzzaman, Barla’ya 1925-1926 senelerinde nefyedilmiştir.”
Resmi devlet kayıtlarına göre Barla’ya geliş tarihi 1 Mart 1927 senesidir. Artık takribi bir tarih yazılmasına gerek kalmamıştır.
14. “On Altıncı Mektup”
On Altıncı mektup Barla’da telif edildiğinden Tarihçe-i Hayatın Barla Hayatı bölümünde yer alması gerekirken Eskişehir Hayatının sonuna konulmuştur.
15. “İstanbul seyahatinden muzdarip olup olmadığını sordum.
— Bana ızdırap veren, dedi, yalnız İslâm’ın maruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi, onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi mukavemet güçleşti. Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basîret gözü böyle körleşirse iman kalesi tehlikededir. İşte benim ızdırabım, yegâne ızdırabım budur. Yoksa şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate maruz kalsam da iman kalesinin istikbali selâmette olsa!
— Yüz binlerce imanlı talebeleriniz size âti için ümit ve teselli vermiyor mu?
— Evet, büsbütün ümitsiz değilim.”
Eşref Edip’in Sebilürreşad dergisinde ve daha sonra kendisi tarafından hazırlanan kitapta yer alan bu ifadeler ve devamındaki sözler Bediüzzaman’ın üslubunu yansıtmamaktadır. Eşref Edip yaptığı görüşmeden edindiği intibaları gazetecilik saikası ile kaleme almıştır. Bu durumun mülakatın başında belirtilmesi gerekir. Ayrıca cümlenin sonunda geçen “büsbütün ümitsiz değilim” cümlesi Sebilürreşad dergisinde geçtiği haliyle aynen iktibas edilmiştir. Fakat yine Eşref Edip’in yayınladığı Tarihçe’de düzeltilerek sadece “Ümitsiz değilim” cümlesi yer almıştır. Doğrusunun da böyle olması gerekir.
16. “Sonra ben, cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne cennet sevdası var ne cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun.”
Eşref Edip’in yayınladığı Tarihçe de yer alan bu ifadeler aynen Büyük Tarihçe-i Hayatta iktibas edilmiştir. Ancak daha önce Sebilürreşad dergisinde yer alan mülakatta “yirmi milyon Türk cemiyetinin” cümlesinden sonra yer alan “yüzlerce milyon islam gençliğinin“ cümlesinin kitapta yer almadığını görüyoruz.
Yazılan Bediüzzaman Said Nursi biyografilerinde bu meselelerin tashihlerinin büyük çoğunluğu yapılmış ama gariptir sürekli okunan ve dersi yapılan Tarihçe-i Hayat’ın tashihine yanaşılamamıştır. Tarihçe-i Hayat’ta yer alan bu ve buna benzer meselelerin bir an önce tashih edilmesinin ümidini taşımaya devam edeceğiz.