Hayat basit ve sade; zor olan o basitliği görmek ve sadeliğe erişmek. Kesret dalgalarda nice yüzmeden sonra erişilir o sahil sadeliğe. Dalgada boğulan, akıntıya kapılan görmez o muhteşem sadeliği.
Kireç duvar, kerpiç ev; yazın serin kışın sıcaktır. Sadedir çünkü karışımı ve katmanları azdır. Basitliğiyle mevsimlerde esner, gücü buradır.
Hayat evi, hakikat evi de öyle değil midir? İlk insan, ilk evi o muhteşemlikte inşa etmedi mi? Kaç medeniyet kuruldu, hangi ev o gibi ayakta?
Şehirlerimiz, evlerimiz karmaşa içinde; zihnimizin yansıması, hissiyatımızın dışa vurumu, düşüncelerimizin cismaniyeti değil mi bütün bunlar?
Kesret dalgalar neye çağırdığını düşünecek kadar sade zamanlar, basit mekânlar var mı? Çevremiz ne ile işgal edilmiş?
Hiç olmak çok güç ister. Ağırlıklarını atmak öyle kolay bir iş değil. Mal, makam, can, canın istedikleri; yiğitler meydanı azlarla dolu.
Çok konuştun ne söyledin, çok malın var ne yaptın, makamı neye kullandın, ömrü nerede değerlendirdin?
Bin yıl ömür çok mu? “An” ne kadar uzun, “O” nu bulduysan o anda.
Düğümler çözüldüğünde anlaşılır ipin doğruluğu ve sadeliği. Kesreti kördüğüme dönüştüren, hayatı zorlaştıran, sadeliği esir alan kim?
“Batın-ı kalp ayine-i Sameddir ve O’na mahsustur” Ya zahir-i kalp neyin ayinesidir? Sorunun evveli ahiri ile nasıl buluşacaktır? Hikmet s’ayi, hakikat tavafı olmadan hiçlik mertebesine erişilir mi?
Muhteşem yalnızlık, muhkem hakikat; kalp sadece O’nun evidir. Dünyada da bir ev vardır, evvelinde cennette idi o evin taşı, evvelinde elestte şahitlik etti o taş; ahirde yine şahitlik edecek. Zahiri taş işte, batını şahitlik eden taş.
Nice kafalar var taş hakikatinden yoksun, kafa çakıl taşları ile dolu olduğundan nasıl idrak eder taş hakikatini? Çakıl taşları ile yapılan evler, inşa edilen şehirler, kurulan medeniyetler; zihni daraltıyor, kalbi sıkıyor, ruhu boğuyor.
Bir tufanlık ömrü var çakıl medeniyetlerinin, tarih mezarlığı onların kabirleri ile dolu.
Taş gibi duruyor sade hakikat, basitliğiyle kesrete meydan okuyor. Evet, hayatı nasıl okumalıyız?