Taraflar birbirini tasfiye ederken kader de tasaffi sürecini yürütüyor. Eskiden bu tür süreçlere ‘bağırsakların temizlenmesi’ adı veriliyordu. Bu anlamda İslami camia da kaderin eliyle bağırsaklarını temizliyor. Belki olması gereken noktaya geliyor. Belki de vesile ile şer gibi görünen şeyler hayırhah gelişmelere ön ve yol açar. Allah savaş anlamında cihadın zahirde şer göründüğünü ama gerçekte hayır olduğunu haber vermektedir. Şer bazen hayra köprü olmaktadır. Şer hadisat arasında geçişi sağlama anlamında bir köprüdür ve tebeidir. Bugünkü ifadesiyle etken olmaktan ziyade edilgendir.
Yayın hayatına ara vermiş bulunun Tarih ve Düşünce dergisi sahibi ve Yayın Yönetmeni Fatih Can ile gelişmeleri değerlendirirken gelişmelerle alakalı olarak tasaffi süreci ifadesini kullanmıştım. Bu ifade Fatih Can kardeşimin çok hoşuna gitti. Ardından sohbetin gecesi Risale Haber’e göz gezdirirken Abdurrahman İraz Bey’in ‘olanda hayır vardır’ yazısıyla karşılaştım. Bizim de meramımıza tercüman olmuş. Meseleye tasaffi nazarıyla bakıyor. Sözgelimi tarafların ittifakı devam etseydi ve ikisi veya birisi harici bir müdahale ile yıkılsaydı veya tasfiye olsaydı tasaffi sürecinden bahsedemez ve yanlışlar örtülü kalırdı. Demek ki, kader yanlışları faş etmek istiyor. Netleşme ve durulmayı beraberinde getiren asude bir İslami iklim yeşermedikçe, Müslümanlar kirlerinden arınmadıkça İslami bir fütuhatın başlaması mümkün değil. Fikir ve ruh ikliminde asude bir bahara ve berraklaşmaya ihtiyacımız var. Berraklaşma olmadan gerçeği çift ve üçüz ve dördüz görmeye devam edeceğiz.
Asayişin ruh ve fikir ikliminde de hakim olması gerekir. Tasaffi süreci içimizde değil aynı zamanda bölgede de boydan boya yaşanmaktadır. Nureddin Zengi ve Selahaddin Eyyübi döneminde olduğu gibi. Bölgede boydan boya Şii-Sünni gerilimi yaşanmaktadır. Sünni dünya 1987 yılında İrangate olayıyla gafil avlandığı ve faka bastığı gibi Suriye meselesinde ve genelde de bir kez daha gizli bir süreçle karşılaşmış ve bu suretle İrangate’in halen yaşadığı ortaya çıkmıştır. Zaten erbabına gizli değildi. Dolayısıyla Şii-Sünni ekseninde de bir tasaffi süreci yaşıyoruz. Bu vesile ile İslam tarihinin tekerrür eden kritik süreçlerinden daha birisinden geçiyoruz.
*
İslam dünyası son düzlüğü çıkmadan önce kamburlarından kurtuluyor. Bundan dolayı kader hem bölgeyi hem de içeriyi çalkalamaya devam ediyor. Bu süreçte birilerinin yalanlarını sürekli yalanla kapatmaya ve tashih etmeye yeltendiğini görüyoruz. Lakin milletin kimin ne yaptığını bu süreçte daha berrak olarak görüyor. Taraflardan birisi doğru tarafta duruyor ama altı boş. Diğer taraf ise açıkça yanlış bir tarafı temsil ediyor. Kader cihetiyle birbiriyle vuruşan tarafların misyonunun bittiğini görebiliyoruz. Türkiye’de düzen kurmadan Suriye’de ve bölgede düzen kurmak mümkün değil. Halbuki, hakim paradigmayı tasfiye edemedik. Hatta açıkçası oralı bile olmadık. İdeolojik prangalarımızı yırtamadık. Hala Suriyeli göçmenlere Türkçeyi Atatürklü cümleler üzerinden öğretiyoruz. Gazetelerde Suriyelilerin Türkçe kurslara devam etmesiyle ilgili yayınlanan bir karede Suriyeli kapalı bir bayan öğrencinin tahtaya "Suzan bak bu Atatürk" yazdığı görülüyor. Bu işler dışarıdan akıl verme veya telkinle yoluna girmez bilakis içten ikna olmayla ve icrasına inanmayla düzelir. Bazı alanlarda düzelme olmakla birlikte temeller noktasında 11 yılda geldiğimiz nokta belli. Kendimizi kandırmanın bir manası ve anlamı da yok. Dolayısıyla iki taraf arasında kaynaşmayı bozan kaderdir. Kaderin programı sektirmeden işliyor.
*
Risale-i Nur’un manevi muhafızları olan saffı evveller bir beyanname ve manifesto neşrettiler. Bu manifestoda yapılanların ‘sakatlık’ olarak değerlendirildiğini görüyoruz. Bu sakatlık bir sonuçtur. Neyin sonucu? Yöntem yanlışlarının getirdiği bir sakatlıktır. Yöntem yanlışlığı nedeniyle güç elde edilmiş ama bu güç dahilde yanlış kullanılmaya başlanmıştır. Çünkü güç devşirme sürecine götüren yöntem yanlıştır. Güzel insanlar ve amelleri hayra değil sakatlığa/yanlışa alet edilmeye başlanmıştır. Zira yanlış paradigma veya usul üzerine kurulu mekanizma, hayırlı insanları sonucu sakat olan süreçlerde kullanmaktadır. Cemaat zamanla cemiyet ve organize bir hareket olmuştur. Organize hareketler ise komitacılığa uygun bir altyapıyı beraberinde getirir. Son sıralarda işte bu yapının infilak ettiğini ve arizi dönemde bütün kazanımları berhava edecek bir noktaya savrulduğunu görebiliyoruz. Bu yapının diri ve zinde kalmasının nelere mal olabileceğini de bu suretle kestirebiliyoruz. Öyleyse baştan girilen yöntem sakatlığının veya yanlışlığının düzeltilmesi gerekir. Keşke dönüş yoluyla alakalı olarak da bir beyanname ve manifesto daha neşredilebilse. Yani damdan inmek ve ağaçtan inmek de bir marifettir. Dolayısıyla bu yapıda hayırlı insanlar atıl hatta zararlı bir noktada öbekleşmiş ve kümelenmiş bulunuyorlar. Tehlike hayırlı insanlarda değil şer operasyonlara alet edilmelerini getiren mekanizmadadır. Bu noktada kör bir alete dönüşmüş sayılabilirler. Bunun için bu yapının gözden geçirilmesi ve özellikle Risale-i Nur talebelerinin samimi bir şekilde nushnamelerinde ve nasihatlerinde fayda vardır. Anlayan yarar görür anlamayan zararı kendisi ihtiyar ve tercih etmiş olur. Er radi biddarari la yünzeru lehu. Güç biriktirme tehlikeli bir yola sapmaktır. Gizli ve paralel yapılar meşru bir otoriteyi temsil etmez. Bazı Marksist ve batini yapıları akla getirir.
Manevi hizmetlerin araç ve aleti ise manevidir. Elmas kılıçlardır. Topuz değildir. Tedip veya güç meşru yapılar tarafından mütecavize karşı kullanılır.
Bir cemaatin kendisini merkeze yerleştirmesi kadar yanlış bir şey olamaz. Bu telakki başkalarına emir ve fermanlar yağdırılmasına neden olur. Cemaatler arası uyumu bozar. Ehl-i iman arasındaki kaynaşmayı sekteye uğratır. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in şu ifadesi belki de bu söylemek istediklerimize parmak basmaktadır: “Hiç kimse kendisini, kendi düşüncesini hakikatin yerine ikame edemez…” İnsanın kendini merkeze oturtması bilmeden ve fark etmeden laşuuri bir biçimde Hazreti Peygamberin (ASM) makamına göz dikmesi anlamına gelir ve buradan fikri istibdat ve örgüt istibdadı doğar. Ne Geylani ne de İmam Rabbani gibilerin irşat eksenli böyle yöntemleri olmamıştır. Tashih ve takviyede rol almışlar ama kendileri namına yapılar kurmamışlardır. Kendini merkezde gören başkalarına hakim olduğu zehabına ve vehmine kapılır. Onların düşüncelerini ve tarzlarını yargılar ama kendi düşüncesini veya tarzını gözden geçirme ihtiyacı duymaz. Buna izin vermez. Bugün araçlar amaçların yerine konulduğundan dolayı etraf doz duman olmuştur. Kendini merkeze koymak önemli manevi hastalıklardan birisidir. Neticesi hodfuruş bir akım haline gelmektir.
Bunun tali sakatlıklarından birisi infiratçılıktır. Kendisini merkeze alan cemaat ve zat kendilerini başkalarından ve kaderlerinden ayrı sayacaktır. Gerçekten de sözü edilen yapı Risale-i Nur dairesinde infiratçı bir çizgi izlediği gibi genelde İslami camia arasında da infiratçı ve tekilci ve tekelci bir çizgiyi benimsemiştir. Bu suretle İslami kesimler arasında geçişliliği fili olarak bloke etmiştir. Bir kısım ehl-i imanı ortak işlerde atıl hale getirmiştir. Bu bloke etme durumu ecnebilerin de namına geçer. Geçişliliği kesmiş köprü olma yerine duvarlar örmüştür. Lakin gayri Müslimlerle ve de gayri İslami kesimlerle ilişkilerde böyle bir ihtiyata gerek duymamıştır. Zamanla da sakatlıklar ve sapmalar kemikleşince hakikate perde olmuştur.
Fehmi Koru eliyle Cumhurbaşkanına gönderilen mektupta bu araçlardan veya mekanizmadan vazgeçilme düşüncesi olmadığı ortaya çıkmıştır. Halbuki, bazen araçlar yanlış olabildiği gibi bazen de amaca hizmet etmediğinde feda edilir. Yoksa araç bağımlılık yapmaya dönüşür ve bu surette gücün esaretine düşülmüş olunur. Kayıtsız büyüme kayıt dışı imparatorlukları netice verir. Bu durumda binlerin ve milyonların kaderine hükmeden veya ilgilendiren bir pozisyona bürünür ve vazgeçilmesi zor olur. Lakin kemiyetin keyfiyete galip geldiği yapılardan hayır çıkmaz.
Keyfiyetsiz büyümenin getirdiği hususlardan birisi de dünyevileşme hastalığıdır. Dünyevileşme de müminlerde olmaması gereken kompleksler üretir. Bunlardan birisi de aşağılık kompleksidir. Halbuki, imanla tek mümin bile kainata meydan okurken keyfiyetsiz kalabalıklar dünyevileşme sonucu başkalarına özenir. Güç karşısında kırılır. Musa (Aleyhisselam) ile Mısır’dan huruç eden Beni İsrail mensubu kalabalıkların Firavun düzenine özenmeleri gibi günümüzde de Stockholm sendromu ile tabir edildiği üzere, kurbanlar cellatlarına özenmektedirler.
Dünyevileşme ve ihlassızlık Müslümanlar arasında maddi ve manevi rekabeti kızıştırır. Uhuvvet düsturlarını zedeler. Çatışmacı ortamı hazırlar ve körükler. Dolayısıyla bu sürtüşme ile meseleyi kaynağından düzeltme ihtiyacı hasıl olmuştur. Bu işin böyle gitmeyeceği anlaşılmıştır.
İslami camia olarak duygularımızın da arınması lazım. Belki de bu ortam arınma ve durulmayı beraberinde getirecektir.
Şemseddin Sivasi’nin ifadesiyle:
Sür çıkar ağyarı dilden.
Ta tecelli ede Hak.
Padişah konmaz saraya,
Hane mamur olmayınca.
Tasaffi ederek iç ve dış dünyamızı mamur etmeye ne dersiniz?