Kurgusal olan insanı asabileştirir. Takva, eğer içten dışa gelen bir süreçle, dimağdaki meratibin tamamı aşılarak itikada dönüşmemişse, yani kendiliğinden (güzel olanla meşguliyetten ve ondan razı olmaktan) gelen bir hal değilse, uygularken strese dönüşür. Öyle olmadığınız halde öyleymiş gibi yapmak, takvanın doğasında olan 'varlığa/fıtrata uygun adım atmak' değil, varlığınızla (evvelen kendi varlığınızla) savaşmaktır. İz'an etmediğiniz, hatta belki tasdik seviyesinde dahi sorunlarınız olan 'doğrulara' davranışsal tebaiyet göstermek (iltizam), 'basamakları atlamış olmanın yanetkilerini' üzerinizde oluşturduğu sıkletle göstermeye başlar.
Doğru şekilde atlatılmamış süreç şeytan için güzel bir malzemedir. Vesvese, boşluktan yararlanır. Şer zaten ademîdir. Bu damardan yakalanmış bir insan üzerinde toplum mühendisliği kolay yapılır. Yönlendirmelere açıktır çünkü. İltizamına tasdik veya iz'an aramayı akıl edemediği için aklı da fonksiyonunu icra edemez. Başkalarının aklına teşne olur. Takvasını başkalarına ölçtürür ve onların gözünden kurgusunu izlemeyi sever. Takdir hastasıdır. Neyi Allah rızası için, neyi 'kalabalık ondan istiyor veya küser' diye yaptığı içdünyasında karışmıştır. Kalabalıkla birlikte hareket etmeye meftundur. Kalabalık ölçebildiği tek meşrulaştırıcıdır onun için. Menfaat de zaten kalabalığın kuyruğuna takılıdır. Hem asabiyet, hem kalabalık tutkusu, hem menfaat... Linç kültürü buradan beslenir.
Yalanın kötülüğünü yalanın bizzat içinde görmemiş, onun kötülüğüne 'mış gibi' iman etmiş bir müslümanın yalan söylememek için verdiği savaş kaplumbağanın kabuğuyla verdiği savaşa benzer. Kötüdür veya yanlıştır demek istemiyorum. Kesinlikle demem. Ama zordur. Bazı zaman olur ki; böylesi zorlu kavgalara girenler, en nihayet pes eder, kabuğu benimserler. "Şeytan hem ye'sini, hem o zayıf damarını, hem o iltibasını çok işlettirir; ya divane olur, yahut 'Her-çibâd-âbâd' der, dalâlete gider."
Risale-i Nur'u bir mürşid olarak bulmadan önce neden namaza başlayıp başlayıp tekrar bırakıyordum? Her tevbemin ömrü neden kısaydı? Neden müslümanlığım bana kurgusal/tasannu gibi geliyordu? Neden gaflet tekrar tekrar üzerine basıp düştüğüm, bazen irademle de aradığım, aynı muz kabuğuydu? Neden hayatım, günahlar ve tevbeler döngüsünde, sene-i devriyesini tamamlayan gezegen gibiydi? Neden fısk müminlikten daha albeniliydi ve ona direnemiyordum?
Bütün bunların şimdi dimağdaki meratibe uygun hareket etmeyişimin ve takvamın kurgusallığının sonucu olduğunu düşünüyorum. Ben doğruya birşeyleri sıçramış olarak iman ediyordum. İmanım, herkesin imanı gibiydi. Herkes iman ettiği için ben de imanlıydım. Herkes doğrunun o olduğunu söylediği için doğru oydu. Yoksa ben bizzat onu sınamamış ve gerekliliğini (ve zaten ondan başkasının mümkün olmadığını) görmemiştim. Halbuki Kur'an beni uyarıyordu: "İçyüzünü bilmediğin birşeye nasıl sabredeceksin?"
"İşte ey sabırsız nefsim! Sen, üç sabır ile mükellefsin: Birisi taat üstünde sabırdır, birisi mâsiyetten sabırdır, diğeri musibete karşı sabırdır." Taat üstüne sabır o sabrın dayandığı mantığı bilmek istiyordu. Şunu da kabul etmem lazım: O yıllarda ben namazlarımın Allah'a hediye olduğunu düşünüyordum. Hediye vermek verenin paşa gönlüne bağlıdır. Çok namaz bıraktım ardımda kılınmamış. Sonra anladım namaz kılmakla hediye alanın ben olduğumu.
"Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın." Açlık kazaya bırakmaz. Hastanın gönlü 'paşa' değildir, dilencidir. Muhtaç olan sensen o namazı kılarsın. Şimdi bana ehl-i takva olduğu söyleyenen insanlarda sağlama yapmamın bir yolu var. Öfkesine ve merhametine bakıyorum. Merhameti kinine baskınsa umudum var. Yok, garezi sönmeyen cinstense; "O takva derisi değil onun. Üzerine giydiği (üstelik bedenine de uymayan) bir giysidir..." diyorum.
En nihayet diyeceğim şu: "Rahmetim, gazabımı aşmıştır!" buyuran Allah, affedişin aslolan olduğunu söylüyor, yoksa (hâşâ) kendisi parçalar halinde de iki parçasını birbiriyle mukayese ediyor değil. Zaten biraz derin tefekkür edersen görürsün: Onun gazabı bile rahmetindendir. Ya taş atar çoban gibi koyunlarını yanlıştan çevirir. Ya recmeder, şeytanları recmettiği gibi, onların zararlarından korur. Yahut mazlumların haklarını zalimlerden alır vs... Ama zalimin gözü, gafilin çeşmi, şeytanın nazarı öyle problemlidir ki; rahmet onlara azap görünür. Bazı zaman cemal dahi şiddet-i zuhurundan celal görünür. Gelincik tarlasını uzaktan seyretmek gibi.
Elini vicdanına koy. Söyle bakalım: Öfken merhametinden mi geliyor? Yoksa merhametin öfkenin zararlarından dolayı mı sancıyor? Yani sen de ben gibi öfkeyle kem kelamlar ettikten sonra yalnız kalınca "Keşke demeseydim!" diyenlerden misin? Yoksa Allah Resulü aleyhissalatuvesselam gibi, kendi adına olan şeylerde merhametle bakan, ancak başka birisine zulmedildiğinde ona duyduğun merhametten dolayı zalime öfkelenenlerden mi sayılırsın? Al sana bir turnusol kağıdı, ayırmanı kolaylaştırır: Birincisi geçince canın acır. Pişmanlık yakar. İkincisi her hatırına geldiğinde memnuniyetinden ve mesruriyetinden izzet kokar. Zira lezzet-i ruhaniye böyledir; geçmez, ruh gibi bâki kalır. Zevali yoktur ki ruha dair olanın, zeval-i lezzeti olsun da elem olsun. Dar gününde bir dostuna yardım ettin diyelim. O yardımdan aldığın ve aldığı lezzet hiç biter mi?