Tasavvuf yolu, her hâlükârda aşk yolu mudur? (II)

Metin KARABAŞOĞLU

Bu sorunun bugün gerek ekser tasavvuf ehli, gerek tasavvufun yakınında durmayanlar tarafından verilen cevabı belli: Evet, tasavvuf yolu, bir aşk yoludur. Tasavvuf, nihaî mertebe olarak, insanı ‘aşk-ı ilâhî’ye ulaştırır.

Nitekim, tasavvuf üzerine yazılan kitaplara, yapılan sohbetlere ve ehl-i tasavvufun söylemine nazar edildiğinde, karşımıza yoğun bir aşk vurgusu çıkar. Attar’ı, Mevlânâ’yı açar, aşkı görürsünüz; Yunus’u dinler, “Aşkın aldı benden beni/ Bana Seni gerek Seni” dediğini duyarsınız; Muhyiddin-i Arabî’nin bir kitabının başlığı “Aşk-ı İlâhî”dir zaten; daha yakınlara geldiğinizde, Şeyh Galib’i “Âh mine’l-ışki ve hâlâtihî/ Ahraka kalbî bi harârâtihî” diye feryad ederken bulursunuz.

Ve tasavvuf adına okuduğunuz her kitap, duyduğunuz her söz, sizin tasavvufun her hâlükârda ‘aşk yolu’ olduğu yolundaki kanaatinizi biraz daha pekiştirir.

Gelin görün ki, bu yaz yaptığım ve daha sakin bir zamanda daha da derinlemesine yapmaya karar verdiğim tasavvufa dair okumalarım esnasında, ‘tasavvuf ormanı’nın salt ‘aşk ağaçları’ndan ibaret olmadığını öğrenmiş oldum.

‘Dünyevî aşk’ın makbul meta olduğu bir zamanda bu ‘aşk’ vurgusunu sözümona hayra tahvil etme gayretinde olduğunu düşünen ve bu yüzden yazılarında veya kitaplarında ‘aşka dair’ vurgularda bulunan kimi dostlarımızın rağmına, sevgili arkadaşım Mustafa Ulusoy’un “Aynalar Koridorunda Aşk” romanındaki ‘aşk’ tahliline yürekten ve akıldan katılan, bu anlamda deyim yerindeyse ‘aşk muhalifi, muhabbet dostu’ bir çizgide duran biri olarak, tasavvufa dair okumalarım içinde karşıma çıkan bu bulgu, benim için şaşırtıcıydı.

Bir o kadar da sevindirici...

Zira, Hâfız’ı keşfettiğinde duyduğu sevinci ifade ederken Goethe’nin dediği gibi, “Sizden önce büyük birinin sizin gibi düşündüğünü görmek, doğrusu insana huzur veriyor.”

Gerçi, bizden önce büyük birinin, Bediüzzaman’ın düşünceleri ekseninde biçimlenmiş bir ‘aşk’ yorumu idi bizimki. Ama bu yeni bulgu, Bediüzzaman’ın da köksüz bir ‘mübtedi’ değil, kökü sağlam zeminlere yayılmış bir ulu çınar olduğunu bir kez daha teyid etmesi bakımından; onun aşkı ötelerken ‘muhabbetullah’ı vurgulamasına tasavvuf çizgisi içinden de bir teyid ve destek sağlaması bakımından da önemliydi benim için.

Sûfî külliyatında önemli bir yeri olduğunu öğrendiğim, Risale-i Kuşeyrî’yi okuyordum. Birçok büyük mutasavvıf gibi, tefsir ve fıkıh alanında da allâme olan bu büyük zât, eserinin ‘muhabbet’ bahsinde, hocası, şeyhi ve kayınpederi Ebu Ali Dekkâkî’nin şu son derece sağlam ontolojik bir zemine dayanan ‘aşk’ yorumunu aktarıyordu:

“Muhabbetin haddini tecavüz ederek ifrata varmasına aşk denir. Hak Teâlâ, haddi aşmakla vasıflandırılmaz, şu halde aşk ile de tavsif edilemez. Bütün mahlukata ait sevgilerin hepsi toplansa da bir şahsa verilse, bu şahıs Hak Teâlâ’yı normal olarak sevme derecesine ulaştı diye hükmedilmeyi hak edemez [Bırakın Allah’ı haddinden fazla sevmeyi, normal haddine kadar sevmek bile kul için imkânsızdır]. Şu halde, hiçbir zaman, kul Allah’ı haddinden fazla [Allah’ın hak ettiğinden ziyade| sevdi denilemez. Bu sebeple, ‘Hak Teâlâ kuluna âşık oldu’ diye tavsif edilemeyeceği gibi, kul da Hak Teâlâ’nın sıfatı hakkında ‘O’na âşık oldu’ diye tavsif edilemez. Bunun için, aşk, red ve inkâr olunmuştur. Aşkın Hak Teâlâ’nın vasfı olması mümkün değildir. Hakkın kula veya kulun Hak Teâlâ’ya âşık olmaşı imkânsızdır.”

Açıkçası, Kuşeyrî’nin de onayladığı üzere, ‘aşk-ı ilâhî’ kavramını, her iki veçhesiyle de reddediyor; dahası sûfî gelenek içinde ‘red ve inkâr olunduğunu’ belirtiyordu Ebu Ali Dekkâkî. ‘Aşk’ muhabbetin ifrat boyutu ise, hâşâ ‘Allah’ın kuluna aşkından’ söz edilemez; çünkü Allah ‘ifrat’ gibi bir vasıftan münezzehtir. Diğer taraftan, ‘kulun Allah’a aşkından’ da söz edilemez; çünkü kul Allah’ın lâyık olduğu muhabbeti ‘hadd-i vasat’ta dahi ifaya güç yetiremez ki, bir de O’na olan sevgisinde ‘ifrat’a, yani ‘aşk düzeyine’ ulaşsın.

Buna karşılık, Allah’ın kuluna olan sevgisinden, yani ‘muhabbet’inden; kulun ise Allah’a karşı ‘muhabbetullah’ yükümlülüğünden söz edilebilirdi ve edilmeliydi.

Risale-i Kuşeyrî’nin ilgili bahsine, okuduğum tercümeyi hazırlayan Prof. Dr. Süleyman Uludağ’ın düştüğü bir dipnot da dikkat çekiciydi: “Sûfîler, onikinci asrın sonuna kadar, ‘Allah sevgisi’ [muhabbetullah] tabiri yerine ‘Allah aşkı’ [aşk-ı ilâhî] tabirini kullanmaktan hoşlanmazlardı.”

Velhasıl, buradan öğreniyoruz ki, tasavvuf mutlak surette ‘aşk yolu’ değildir; Allah’ı sevme bâbında, mutlak surette bunu ‘aşk’ suretinde sunuyor ve algılıyor değildir. Bilakis, ilk dönem sûfîlerinin gözünde ‘aşk’ mezmum ve mâdûn bir keyfiyet olarak görülmekte; onun yerine ‘muhabbetullah’a dönük bir vurgu tercih edilmektedir.

Ve bu bakımdan, Bediüzzaman’ın ‘aşk’ üzerinden tasavvufa yönelik eleştirisi, şefkat yoluna göre eksik ve muhabbet yoluna göre hatarlı ‘aşk’ yolunu ihtiyar eden sûfîlere yönelik bir eleştiridir; tasavvufun bütününe yönelik değil.

Ve yine bu bakımdan, tasavvuf deyince, muvafık veya muhalif herkesin aklına mutlaka ‘aşk’ gelmemelidir. Gelmesi, onikinci asra kadar yaşamış olan sûfîlerin, diğer bir açıdan ‘tasavvufun’ henüz ‘tarikatlaşmadığı’ dönem sûfîlerinin hatırasına ve tefekkürüne bir hürmetsizliktir.

‘Aşk’ bahsi burada bitmez; o yüzden, başka boyutlarıyla bilâhere üzerinde durma sözü vererek, şimdilik burada kesmiş olalım.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (7)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.