Taşı gediğine koymanın zamanı

Vahdettin İnce'nin yazısı

Taşı gediğine koymanın zamanı

Hikmet-i hükümet diye bir tabir var kültürümüzde. Yönetim hikmeti. Yönetme becerisi de diyebiliriz. Bu terkip laf olsun diye ulu orta söylenmiş bir söz değildir. Binlerce yıllık insanlık deneyiminin ifadesidir.

Hükümet edenlerin hikmete göre hareket etmelerinin gereği vurgulandığı gibi hikmetle hükümetin aynı kökten türeyen iki kelime oldukları, anlam bakımından birbirlerini tamamladıkları, dolayısıyla biri olmadan öbürünün etkisinin eksik ve yetersiz olacağı da bilgelikle ifade edilmiştir. Hükümet malum, (Arapça h.k.m. kökünden türeyen bir kelime olarak) yönetmek, hükmetmek demektir. Aynı kökten türeyen hikmet ise bir şeyi ait olduğu yere koymak anlamına gelir. Birinin anlamında güç boyutu, öbürünün de bilgi boyutu belirgindir. Bir yönetim için olmazsa olmaz mesabesindeki iki özellik yani. Gücün yoksa hükmedemezsin, bilgin yoksa eşyayı, insanı doğru anlamlandıramayacağın için onları ait oldukları yere koyamazsın, onlardan gereği gibi yararlanamazsın. İnsanlık tarihi ikisinden birine yeterince önem verilmediği için yerle bir olup tarih sahnesinden silinen medeniyetlerin, imparatorlukların enkazlarıyla doludur. İnsanlığın ortak tarihi deneyimiyle birlikte Türkleri ve Kürtleri iyi tanıyan, her iki topluluğun tarihin akışı içinde edindiği sosyal karakteri bilen Said-i Kürdi, Kürtlere hitaben “Türkler bizim aklımız biz onların kuvvetiyiz” derken Kürtlerle Türklerin birlikte yaşamak zorunda olduklarını vurguladığı gibi bu birlikteliğin her iki topluluğun tarihin akışı içinde edindikleri karakterlerine göre sistemleştirilmesinin gereğini de vurguluyordu.

Maalesef Türkiye devleti kurulduğu sırada Said-i Kürdi gibi alimlerin uyarıları dikkate alınmayarak bu hayati prensip göz ardı edildi. Ondandır ki Türkiye’de işler bir türlü rayına girmedi. Güç ve aklın, diğer bir ifadeyle hikmetle hükümetin arasındaki bağın kopmuş olmasından kaynaklanıyordu bu çarpık süreç. Seksen küsur yıllık sorunlu cumhuriyet tarihi ülkeyi yönetenlerde eksik olanın bu olduğunu gözler önüne seriyor zaten. Ve bu eksiklik Kürt sorununu bir ateş topu gibi kucağımıza bırakıvermiştir bugün. Bugüne kadar gelmiş geçmiş hiçbir yönetici, aralarında son derece iyi niyetli olanları da dahil, Kürdü nereye koyacağını bilememiştir. Fıtratına, tabiatına, tarih içinde şekillenmiş karakterine uygun bir yer edinemeyen Kürt de huzur bulamadığı gibi etrafına da huzur vermemiştir, vermiyor. Hikmet yoksunu yöneticilerin bulabildikleri tek yöntem güç kullanarak fiziki varlığıyla birlikte dil, kültür, yaşam tarzı gibi Kürdü çağrıştıran tüm unsurları ötelemek, gözden ırak tutmak, üzerini örtmek, doğrudan şiddet uygulanmayan durumlarda bile özgün kişiliğini ifade etmemesi için psikolojik baskı altında tutmak, dolayısıyla huzursuzluğuna gözlerini kapatmak olmuştur. Gözden ırak olan gönülden de ırak olur, unutulur gider diye düşünmüşlerdir herhalde. Ama olmadı işte.

Artık hepimiz kabul ediyoruz. Önümüzde öncelikli olarak çözüm bekleyen koskoca bir sorun var. Kürt sorunu. Ötelenmesi, ertelenmesi, halının altına süpürülmesi, yok sayılması mümkün olmayan bir sorun. Bazı aydınların, ya da gereğinden fazla önem atfeden acar siyasetçilerin yerli yersiz gündeme getirdikleri bu yüzden kamuoyunu fuzuli işgal eden sanal bir sorundan söz etmiyoruz.

tiyle kemiğiyle, kanlı canlı bir sorundan bahsediyoruz. Acıtan, üzen, kahreden, zarar veren, ocaklar yakan, yürekler dağlayan, bu yüzden görmezlikten gelinmesi mümkün olmayan bir sorun. Yani nereden bakarsanız bakın gerçek bir sorun. Bu soruna bigane kalmak akıldan, vicdandan, insani duyarlılıktan yoksun olmakla eşdeğerdir. Bu sorunu hükümetin gücüyle ve hikmetin yol göstericiliğiyle çözmekten başka seçeneğimizin olmadığı gün gibi ortadadır.

Hükümet gücü desen, özellikle silahlı güç göstergeleri açısından belki de gereğinden fazla var bizde. Seksen senelik cumhuriyet tarihi hikmetsiz bir hükümet anlayışıyla her türlü güç kullanımını devreye sokmuş bulunduğu halde bu sorun hala bütün yakıcılığıyla devam ediyorsa, hükümetin ayrılmaz anlam ikizi hikmetin kapısını çalmanın vakti gelmiştir de geçiyor demektir. Aksi takdirde kolayca duygusallığın akımına kapılan kalabalıkların kitle psikolojisiyle devreye girip ileride hikmeti işletmeye artık imkan bırakmayan bir yıkım sürecini başlatmaları her an mümkündür. Hikmetsiz hükümet işlerin o noktaya gelmesine izin verdikten sonra da hükümet diye bir şey de kalmaz. Yakın tarih, özellikle coğrafyamızda Şah’tan, Saddam’a, Bin Ali’den Mübarek’e kadar halklarının sorunlarına hikmetle eğilip çözüm üretecekleri yerde sadece hükümetin gücüyle yaklaşan, bütün çabalarını iktidarlarının ömrünü biraz daha uzatmaya teksif eden basiretsiz liderlerin dramatik bir şekilde, hem de ülkelerinin geleceğini karartan yıkımlara sebep olarak patır patır döküldüklerini gösteren onlarca örnekle doludur.

Aklın, tarihin ve hikmetin dayattığı bu gerçeklik bu şekilde önümüzde dururken ülkemizde son günlerde bugünkü iktidara karşı beslenen umutları neredeyse boşa çıkaracak türden iki gelişme oldu. Biri, yine hükümetin, güç unsuruyla ilgili olarak atmak istediği bir adım, öbürü ise siyasal anlamda çözüm arayışı ile irtibatlı bir girişim. Sorunun ortaya çıkardığı silahlı harekete karşı asker yerine polis gücünün kullanılması ile ilgili girişim ve meclisteki bazı parti temsilcilerinden oluşan bir heyetin İngiltere’de İrlanda ve İskoçya bölgelerindeki özerklik uygulamalarını yerinde gözlemlemek üzere gerçekleştirdiği geziden söz ediyorum. Hikmet-i hükümet açısından, özellikle asker yerine polisin cepheye sürülmesine dair karar, ülkeyi idare edenlerin kafalarının hala güce endeksli olarak mı çalışıyor diye düşünmeden edemiyor insan. Yeni bir hayal kırıklığı mı bizi bekliyor acaba?. İskoçya ve İrlanda’da uygulanan özerkliğin incelenmesine yönelik geziye gelince, Türklerle Kürtlerin teması, birlikte aynı sınırlar içinde yaşamaya başlamaları, bir devlet olarak İngiltere’nin tarih sahnesine çıkmasından çok daha eskiye dayanır. Selçukludan Osmanlıya bin küsur yıllık bu birliktelik tarihi, herhalde bugüne ışık tutacak, kültür, tarih, toplumsal kişilik bakımından hiçbir benzerlik göstermeyen coğrafyaların deneyimlerine muhtaç bırakmayacak onlarca deneyim barındırmaktadır. Ortada böyle bir tarihsel birikim varken, her bakımdan uzak diyarlardan çözüm aramak, nasıl olursa olsun yeter ki adı çözüm olsun anlayışıyla hareket edildiğini, zevahiri kurtarma anlayışıyla hareket edildiğini düşündürüyor. Ülkenin köklü sorunlarına neşter vurması için umut bağlanan ve bu bağlamda umutlandırıcı adımlar da atan bugünkü iktidarın en can alıcı soruna bu kadar yüzeysel yaklaşmayacağına dair umudumu her şeye rağmen korumak istiyorum. Ama öbür tarafta silahlı çözüme ağırlık verildiğini gösteren adımları görünce de endişelenmemek elde değildir. Kürt sorunu gibi bir sorun nasıl olursa olsun yeter ki çözüm olsun türünden bir anlayışla ele alınamaz, alınmamalıdır. Hele silahlı gücün asayişi teminden öte, sorunun çözümüne dair bir enstrüman olarak kullanılması bu noktadan itibaren kabul edilemez. Kürdün ve Türkün tarihine, karakterine, kültürel kimliğine uygun hikmetli bir çözümden başka seçenek yoktur.

Mesela Selçuklu Sultanı Sencer’in bölgeye ilişkin idari yapılandırması incelenebilir. Tarihte ilk kez “Kürdistan”ı bir bölge adı olarak kullanan devlet adamının bir Türk sultanı olan Sultan Sencer olduğunu da belirtelim. Özellikle İdris-i Bitlisi ile Yavuz Sultan Selim’in hükümetle hikmetin mükemmel bir örneği olarak geliştirdikleri ve ll.Mahmud dönemine kadar ilişkilerin sorunsuz bir şekilde devam etmesini sağlayan çözümden hareketle bugüne uyarlanabilecek bir model pekala geliştirilebilir.

Bundan yüz yıl önce Said-i Kürdi zamanın sultanının kapısını çalıp Kürtçenin de eğitim dillerinden biri olarak kullanılacağı ve Van’da kurulması öngörülen Medresetu’z Zehra projesini takdim ederken bin küsur yıllık medrese geleneğinin imbiğinden süzülen ilmin ve hikmetin gereğini hatırlatmak istiyordu hükümet erbabına. ll.Mahmut döneminden itibaren hakim olmaya başlayan merkeziyetçi anlayışın Türk-Kürt ilişkilerinde meydana getirdiği tahribatın bugünküne benzer devasa bir soruna dönüşmeden önce tamir edilmesini öneriyordu.

Türkçede “taşı gediğine koymak” diye de bir deyim var. Tam da söylediğimiz gibi hikmet prensibine uygun hareket etmeyi ifade ediyor. Nitekim (deyimin mecazi anlamını bir an için unutursak) taşı gediğine koymak için de hem güç (hükümet) gerekir hem de ustalık ve beceri (hikmet) lazımdır.

Hazır taşı kaldırmışken hükümetten beklenen, onu ait olduğu yere koymasıdır. Hiçbir kuvvet, bir taşı ayağına düşürmeden uzun süre elinde tutamaz da ondan.

ince.vahdettin@gmail.com

Star

Bediüzzaman Haberleri