(Sekizinci Söz Üzerine İzah Denemeleri)
Eserin asıl metni ile izah metninin bir arada sunulduğu Risale-i Nur İzah Metinleri çalışmamızı sizlerle paylaşmaya devam ediyoruz. Bu çalışmada, kelime ve kavramların ilk kez geçtiği noktada A, B, C… şeklinde dipnotlarda belirtilmesi, daha sonraki geçişlerinde ise kelime üstlerinde numaralarla yapılan atıflarla kitap arkasında yer alacak kavramlar sözlüğünde belirtilmesi esas alınmıştır.
Şimdi bilinmezlikleri keşfetmek, dünyanın ve içindeki insanın mahiyetini anlama yolculuğumuzda, tavşan deliğinden doğruca içeri dalıyoruz ve sizleri fantastik bir dünyaya geçiş kapısı olan Sekizinci Söz’le baş başa bırakıyoruz.
ESERİN METNİ
SEKİZİNCİ SÖZ
اَللّٰهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ ٭ اِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللّٰهِ اْلاِسْلاَمُ [A]
Şu dünya ve dünya içindeki ruh-u insanî ve insanda dinin mahiyet ve kıymetlerini ve eğer din-i hak olmazsa, dünya bir zindan olması ve dinsiz insan, en bedbaht mahlûk olduğunu ve şu âlemin tılsımını açan, ruh-u beşerîyi zulümattan[B] kurtaran “Yâ Allah” ve “Lâ ilâhe illâllah” olduğunu anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:
Eski zamanda iki kardeş, uzun bir seyahate beraber gidiyorlar. Gitgide tâ yol ikileşti. O iki yol başında ciddî bir adamı gördüler. Ondan sordular: “Hangi yol iyidir?” O dahi onlara dedi ki: Sağ yolda kanun ve nizama tebaiyet mecburiyeti vardır. Fakat o külfet içinde bir emniyet ve saadet vardır. Sol yolda ise, serbestiyet ve hürriyet vardır. Fakat o serbestiyet içinde bir tehlike ve şekavet vardır. Şimdi intihabdaki ihtiyar sizdedir. Bunu dinledikten sonra güzel huylu kardeş sağ yola “Tevekkeltü alâllah” deyip gitti.
Ve nizam ve intizama tebaiyeti kabul etti. Ahlâksız ve serseri olan diğer kardeş, sırf serbestlik için sol yolu tercih etti. Zahiren1 hafif, manen ağır vaziyette giden bu adamı hayalen takib ediyoruz:
İşte bu adam, dereden tepeden aşıp, git gide tâ hâlî bir sahraya girdi. Birden müthiş bir sadâ işitti. Baktı ki: Dehşetli bir arslan, meşelikten çıkıp ona hücum ediyor. O da kaçtı. Tâ altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rast geldi. Korkusundan kendini içine attı. Yarısına kadar düşüp, elleri bir ağaca rast geldi, yapıştı. Kuyunun duvarında göğermiş olan o ağacın iki kökü var. İki fare, biri beyaz biri siyah, o iki köke musallat olup kesiyorlar. Yukarıya baktı gördü ki: Arslan, nöbetçi gibi kuyunun başında bekliyor. Aşağıya baktı gördü ki: Dehşetli bir ejderha, içindedir. Başını kaldırmış, otuz arşın yukarıdaki ayağına takarrüb etmiş. Ağzı kuyu ağzı gibi geniştir. Kuyunun duvarına baktı gördü ki: Isırıcı muzır haşerat, etrafını sarmışlar. Ağacın başına baktı gördü ki: Bir incir ağacıdır. Fakat hârika olarak muhtelif çok ağaçların meyveleri, cevizden nara kadar başında yemişleri var. İşte şu adam, sû’-i fehminden, akılsızlığından anlamıyor ki, bu âdi bir iş değildir. Bu işler tesadüfî olamaz. Bu acib işler içinde garib esrar var. Ve pek büyük bir işleyici var olduğunu intikal etmedi. Şimdi bunun kalbi ve ruh ve aklı, şu elîm vaziyetten gizli feryad u fîgân ettikleri halde; nefs-i emmaresi, güya bir şey yokmuş gibi tecahül edip, ruh ve kalbin ağlamasından kulağını kapayıp, kendi kendini aldatarak, bir bahçede bulunuyor gibi o ağacın meyvelerini yemeğe başladı. Halbuki o meyvelerin bir kısmı zehirli ve muzır idi. Bir hadîs-i kudsîde Cenab-ı Hak buyurmuş:
اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِى بِى Yani “Kulum beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim.”
İşte bu bedbaht adam, sû’-i zan ile ve akılsızlığı ile, gördüğünü âdi ve ayn-ı hakikat telakki[C] etti ve öyle de muamele gördü ve görüyor ve görecek! Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor, böylece azab çekiyor. Biz de şu meş’umu, bu azabda bırakıp döneceğiz. Tâ, öteki kardeşin halini anlayacağız. İşte şu mübarek akıllı zât gidiyor. Fakat biraderi gibi sıkıntı çekmiyor. Çünkü güzel ahlâklı olduğundan güzel şeyleri düşünür, güzel hülyalar eder. Kendi kendine ünsiyet eder. Hem biraderi gibi zahmet ve meşakkat çekmiyor. Çünkü nizamı bilir, tebaiyet eder, teshilat görür. Asayiş ve emniyet içinde serbest gidiyor. İşte bir bahçeye rast geldi. İçinde hem güzel çiçek ve meyveler var. Hem bakılmadığı için murdar şeyler de bulunuyor. Kardeşi dahi böyle birisine girmişti. Fakat murdar şeylere dikkat edip meşgul olmuş, midesini bulandırmış. Hiç istirahat etmeden çıkıp gitmişti. Bu zât ise, “Her şeyin iyisine bak” kaidesiyle amel edip murdar şeylere hiç bakmadı. İyi şeylerden iyi istifade etti. Güzelce istirahat ederek çıkıp gidiyor. Sonra gitgide bu dahi evvelki biraderi gibi bir sahra-i azîmeye girdi. Birden hücum eden bir arslanın sesini işitti. Korktu, fakat biraderi kadar korkmadı. Çünkü hüsn-ü zannıyla ve güzel fikriyle; “Şu sahranın bir hâkimi var. Ve bu arslan, o hâkimin taht-ı emrinde bir hizmetkâr olması ihtimali var” diye düşünüp teselli buldu. Fakat yine kaçtı. Tâ altmış arşın derinliğinde bir susuz kuyuya rast geldi, kendini içine attı. Biraderi gibi ortasında bir ağaca eli yapıştı; havada muallâk kaldı.[D] Baktı iki hayvan, o ağacın iki kökünü kesiyorlar. Yukarıya baktı arslan, aşağıya baktı bir ejderha gördü. Aynı kardeşi gibi bir acib vaziyet gördü. Bu dahi tedehhüş etti. Fakat kardeşinin dehşetinden bin derece hafif. Çünkü güzel ahlâkı, ona güzel fikir vermiş ve güzel fikir ise, ona her şeyin güzel cihetini116 gösteriyor.
İşte bu sebepten şöyle düşündü ki: Bu acib işler, birbiriyle alâkadardır. Hem bir emir ile hareket ederler gibi görünüyor. Öyle ise, bu işlerde bir tılsım vardır. Evet bunlar, bir gizli hâkimin emriyle dönerler. Öyle ise ben yalnız değilim, o gizli hâkim bana bakıyor; beni tecrübe ediyor, bir maksad için beni bir yere sevk edip davet ediyor.
Şu tatlı korku ve güzel fikirden bir merak neş’et49 eder ki: Acaba beni tecrübe edip kendini bana tanıttırmak isteyen ve bu acib yol ile bir maksada sevk eden kimdir? Sonra, tanımak merakından tılsım sahibinin muhabbeti neş’et etti ve şu muhabbetten, tılsımı açmak arzusu neş’et etti ve o arzudan, tılsım sahibini razı edecek ve hoşuna gidecek bir güzel vaziyet almak iradesi neş’et etti. Sonra ağacın başına baktı, gördü ki, incir ağacıdır. Fakat başında, binlerle ağacın meyveleri vardır. O vakit bütün bütün korkusu gitti. Çünkü kat’î anladı ki bu incir ağacı, bir listedir, bir fihristedir, bir sergidir. O mahfî hâkim, bağ ve bostanındaki meyvelerin nümunelerini, bir tılsım ve bir mu’cize ile o ağaca takmış ve kendi misafirlerine ihzar ettiği et’imeye birer işaret suretinde o ağacı tezyin etmiş olmalı. Yoksa bir tek ağaç, binler ağaçların meyvelerini vermez. Sonra niyaza başladı. Tâ, tılsımın anahtarı ona ilham oldu. Bağırdı ki: “Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtına düştüm. Sana dehalet ediyorum ve sana hizmetkârım ve senin rızanı istiyorum ve seni arıyorum.” Ve bu niyazdan sonra, birden kuyunun duvarı yarılıp, şahane, nezih ve güzel bir bahçeye bir kapı açıldı. Belki ejderha ağzı, o kapıya inkılab etti ve arslan ve ejderha, iki hizmetkâr suretini giydiler ve onu içeriye davet ediyorlar. Hattâ o arslan, kendisine müsahhar10 bir at şekline girdi.
İşte ey tenbel nefsim! Ve ey hayalî arkadaşım! Geliniz! Bu iki kardeşin vaziyetlerini müvazene edelim. Tâ, iyilik nasıl iyilik getirir ve fenalık, nasıl fenalık getirir; görelim, bilelim. Bakınız, sol yolun bedbaht yolcusu, her vakit ejderhanın ağzına girmeye muntazırdır; titriyor ve şu bahtiyar ise, meyvedar ve revnekdar13 bir bahçeye davet edilir. Hem o bedbaht, elîm bir dehşette ve azîm bir korku içinde kalbi parçalanıyor ve şu bahtiyar ise lezîz bir ibret, tatlı bir havf12, mahbub bir marifet[E] içinde garib şeyleri seyir ve temaşa ediyor. Hem o bedbaht, vahşet ve me’yusiyet14 ve kimsesizlik içinde azab çekiyor. Ve şu bahtiyar ise, ünsiyet15 ve ümid ve iştiyak içinde telezzüz16 ediyor. Hem o bedbaht, kendini vahşi canavarların hücumuna maruz bir mahpus hükmünde görüyor ve şu bahtiyar ise, bir aziz misafirdir ki, misafiri olduğu Mihmandar-ı Kerim’in acib hizmetkârları ile ünsiyet edip eğleniyor. Hem o bedbaht zahiren1 leziz, manen zehirli yemişleri yemekle azabını ta’cil ediyor. Zira o meyveler, nümunelerdir. Tatmaya izin var, tâ asıllarına talib olup müşteri olsun. Yoksa, hayvan gibi yutmaya izin yoktur. Ve şu bahtiyar ise tadar, işi anlar. Yemesini te’hir eder ve intizar[F] ile telezzüz eder. Hem o bedbaht, kendi kendine zulmetmiş. Gündüz gibi güzel bir hakikati ve parlak bir vaziyeti, basiretsizliği ile kendisine muzlim ve zulümatlı17 bir evham, bir cehennem şekline getirmiş. Ne şefkate müstehaktır ve ne de kimseden şekvaya hakkı vardır.
Meselâ: Bir adam, güzel bir bahçede, ahbablarının ortasında, yaz mevsiminde hoş bir ziyafetteki keyfe kanaat etmeyip kendini pis müskirlerle18 sarhoş edip; kendisini kış ortasında, canavarlar içinde aç, çıplak tahayyül edip bağırmaya ve ağlamaya başlasa, nasıl şefkate lâyık değil, kendi kendine zulmediyor. Dostlarını canavar görüp, tahkir6 ediyor. İşte bu bedbaht dahi öyledir ve şu bahtiyar ise, hakikati görür. Hakikat ise güzeldir. Hakikatin hüsnünü derk etmekle, hakikat sahibinin kemaline74 hürmet eder. Rahmetine müstehak olur. İşte “Fenalığı kendinden, iyiliği Allah’tan bil” olan hükm-ü Kur’ânînin sırrı zahir oluyor. Daha bunlar gibi sair farkları müvazene etsen anlayacaksın ki: Evvelkisinin nefs-i emmaresi, ona bir manevî cehennem ihzar etmiş. Ve ötekisinin hüsn-ü niyeti ve hüsn-ü zannı ve hüsn-ü hasleti ve hüsn-ü fikri, onu büyük bir ihsan ve saadete ve parlak bir fazilete ve feyze mazhar107 etmiş.
Ey nefsim ve ey nefsimle beraber bu hikâyeyi dinleyen adam! Eğer bedbaht kardeş olmak istemezsen ve bahtiyar kardeş olmak istersen, Kur’ân’ı dinle ve hükmüne muti ol ve ona yapış ve ahkâmıyla amel et.
Şu hikâye-i temsiliyede olan hakikatları eğer fehmettin ise; hakikat-ı dini ve dünyayı ve insanı ve imanı ona tatbik edebilirsin. Mühimlerini ben söyleyeceğim. İncelerini sen kendin istihrac et.[G]
İşte bak! O iki kardeş ise, biri ruh-u mü’min ve kalb-i sâlihtir. Diğeri, ruh-u kâfir ve kalb-i fâsıktır ve o iki tarîkten sağ ise, tarîk-i Kur’ân ve iman’dır. Sol ise, tarîk-ı isyan ve küfrandır. Ve o yoldaki bahçe ise, cem’iyet-i beşeriye ve medeniyet-i insaniye içinde muvakkat hayat-ı içtimaiyedir ki; hayır ve şer, iyi ve fena, temiz ve pis şeyler beraber bulunur. Âkıl odur ki: خُذْ مَا صَفَا دَعْ مَا كَدَرْ [H] kaidesiyle amel eder, selâmet-i kalb ile gider. Ve o sahra ise, şu arz ve dünyadır ve o arslan ise, ölüm ve eceldir ve o kuyu ise, beden-i insan ve zaman-ı hayattır ve o altmış arşın derinlik ise, ömr-ü vasatî ve ömr-ü galibî olan altmış seneye işarettir ve o ağaç ise, müddet-i ömür ve madde-i hayattır. Ve o siyah ve beyaz iki hayvan ise, gece ve gündüzdür ve o ejderha ise, ağzı kabir olan tarîk-ı berzahiye ve revak-ı uhrevîdir. Fakat o ağız, mü’min için, zindandan bir bahçeye açılan bir kapıdır. Ve o haşerat-ı muzırra ise, musibat-ı dünyeviyedir. Fakat mü’min için, gaflet uykusuna dalmamak için tatlı ikazat-ı İlahiye ve iltifatat-ı Rahmaniye hükmündedir ve o ağaçtaki yemişler ise, dünyevî nimetlerdir ki; Cenab-ı Kerim-i Mutlak, onları âhiret nimetlerine bir liste, hem ihtar edici, hem müşabihleri, hem Cennet meyvelerine müşterileri davet eden nümuneler suretinde yapmış. Ve o ağacın birliğiyle beraber muhtelif başka başka meyveler vermesi ise, kudret-i Samedaniyenin sikkesine ve rububiyet-i İlahiyenin hâtemine[İ] ve saltanat-ı uluhiyetin turrasına işarettir. Çünkü “Bir tek şeyden her şeyi yapmak” yani bir topraktan bütün nebatat102 ve meyveleri yapmak; hem bir sudan bütün hayvanatı halk etmek137; hem basit bir yemekten bütün cihazat-ı hayvaniyeyi icad etmek; bununla beraber “Her şeyi bir tek şey yapmak” yani zîhayatın48 yediği gayet muhtelif-ül cins taamlardan45 o zîhayata bir lahm-ı mahsus yapmak, bir cild-i basit dokumak gibi san’atlar; Zât-ı Ehad-i Samed olan Sultan-ı Ezel ve Ebed’in sikke-i hâssasıdır, hâtem-i mahsusudur, taklid edilmez bir turrasıdır. Evet, bir şeyi her şey ve her şeyi bir şey yapmak; her şeyin Hâlıkına has ve Kadîr-i Küll-i Şey’e mahsus bir nişandır, bir âyettir. Ve o tılsım ise, sırr-ı iman ile açılan sırr-ı hikmet-i hilkattir[J] ve o miftah ise, يَا اَللَّهُ لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ اَللَّهُ لاَ اِلَهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ [K] dur. Ve o ejderha ağzı bahçe kapısına inkılab etmesi ise, işarettir ki: Kabir ehl-i dalalet ve tuğyan için vahşet ve nisyan içinde zindan gibi sıkıntılı ve bir ejderha batnı gibi dar bir mezara açılan bir kapı olduğu halde, ehl-i Kur’ân ve iman için zindan-ı dünyadan bostan-ı bekaya ve meydan-ı imtihandan ravza-i Cinâna ve zahmet-i hayattan rahmet-i Rahman’a açılan bir kapıdır ve o vahşi arslanın dahi munis bir hizmetkâra dönmesi ve müsahhar10 bir at olması ise, işarettir ki: Mevt, ehl-i dalalet için bütün mahbubatından elîm bir firak-ı ebedîdir.11 Hem kendi cennet-i kâzibe-i dünyeviyesinden ihraç[L] ve vahşet ve yalnızlık içinde zindan-ı mezara idhal ve hapis olduğu halde, ehl-i hidayet55 ve ehl-i Kur’ân için, öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbablarına kavuşmaya vesiledir.
Hem hakikî vatanlarına ve ebedî makam-ı saadetlerine girmeye vasıtadır.
Hem zindan-ı dünyadan bostan-ı Cinâna19 bir davettir. Hem Rahman-ı Rahîm’in fazlından kendi hizmetine mukabil[M] ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir. Hem vazife-i hayat külfetinden bir terhistir. Hem ubudiyet2ve imtihanın talim ve talimatından bir paydostur.
Elhasıl: Her kim hayat-ı fâniyeyi esas maksad yapsa, zahiren1 bir Cennet içinde olsa da manen cehennemdedir ve her kim hayat-ı bâkiyeye ciddî müteveccih ise, saadet-i dâreyne mazhardır.107 Dünyası ne kadar fena ve sıkıntılı olsa da; Dünyasını, Cennet’in intizar salonu hükmünde gördüğü için hoş görür, tahammül eder, sabır içinde şükreder...
اَللَّهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ اَهْلِ السَّعَادَةِ وَ السَّلاَمَةِ وَ الْقُرْاۤنِ وَ اْلاِيمَانِ اۤمِينَ اَللَّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى اۤلِهِ وَ صَحْبِهِ بِعَدَدِ جَمِيعِ الْحُرُوفَاتِ الْمُتَشَكِّلَةِ فِى جَمِيعِ الْكَلِمَاتِ الْمُتَمَثِّلَةِ بِاِذْنِ الرَّحْمَنِ فِى مَرَايَا تَمَوُّجَاتِ الْهَوَاءِ عِنْدَ قِرَائَةِ كُلِّ كَلِمَةٍ مِنَ الْقُرْاۤنِ مِنْ كُلِّ قَارِءٍ مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ اِلَى اۤخِرِ الزَّمَانِ وَارْحَمْنَا وَوَالِدَيْنَا وَارْحَمِ الْمُوءْمِنِينَ وَالْمُوءْمِنَاتِ بِعَدَدِهَا بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ اۤمِينَ * وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ [N]
İZAH METNİ
Bu sözde önceki tüm temsillerden daha detaylı bir temsille karşılaşıyoruz. Bu çok derin ve ince temsille dinin, dünyanın ve içindeki insanın mahiyetini anlama yolculuğunda, tavşan deliğindendipnot doğruca içeri dalıyoruz. Temsilin bazı noktalarının üzerinde duralım. Yine en önce karşımıza dinin insana teklifinin temel mantığı çıkıyor karşımıza: İki ayrı yol gösteriliyor bize. Tercih etmek bize bırakılıyor.
Birisinde kanuna ve düzene uymak mecburiyeti var. Bunun karşılığında ise, güvenliğimizin sağlanacağı ve düzene uyanlara bir mükâfat verileceği söyleniyor. Diğer yolda, bir serbestlik var, kısıtlama yok. Fakat yol boyunca tehlikelerle baş başa, koruyucumuz ve silahımız olmadan gitmek zorunda olduğumuz ve yolun sonunda da, düzene uymadığımız için cezaya çarptırılacağımız haber veriliyor. İşte böyle bir durumdaki bir insanın gerçek hürriyetinin, ilk yolda olduğu ve ikinci yolun ise aldatıcı bir serbestlikten ibaret olduğu çok açıktır.
Çünkü türlü çeşit tehlikeler içinde bocaladıktan sonra, üstüne bir de cezaya çarptırılacak ve zindana atılacak biri “hür” sayılmaz ve değildir. Ayrıca küçük bir külfetten kaçıp da, büyük bir saadetten mahrum kalmak ve cezaya müstahak olmak da, “akıllılık” sayılmayacaktır.
Temsilde diğer önemli bir nokta, etrafında dönen hadiselerin farkında olmak ve doğru çıkarımlar yaparak, onları anlamlandırmakla ve büyük sırrı keşfetmekle ilgilidir.
Bir kuyunun içine düşen bir insan, birbiriyle bağlantılı ve bir senaryonun parçasıymış gibi görünen esrarengiz olaylar başına geldiğinde, belli bir noktadan sonra bu işlerin içinde “başka bir iş” olduğunu, “biri tarafından” kasti olarak bu hadiselerin başına getirildiğini, kendisini birinin bir maksat için belli bir yere yönlendirdiğini ve orada sadece şanssızlık eseri olarak tesadüfen bulunmadığı ihtimali, acaba hiç aklının ucundan geçirmeyecek midir? Elinin altındaki bir ağaçta, binlerce çeşit meyvenin takılı olması sıradan bir olay mıdır? Yoksa çözülmesi gereken bir gizeme mi işaret etmektedir? Ya eliyle tutunduğu ve ejderhanın ağzına düşmesini engelleyen ağacın köklerini kemiren siyah ve beyaz iki fareye ne demeli?
Oyalanmakla kaybedecek zaman yoktur. Bir an önce bu durumdan kurtulma çaresini bulmak ve uygulamak gerekmiyor mudur? İçinde bulunduğu garip durumu anlamlandırmaya ve çözmeye çalışmak yerine, hiçbir şey yokmuş gibi davranıp, unutmaya ve düşünmemeye çalışan insan, akıllıca bir iş yapmış sayılabilir mi?
Şimdi hakikatin yüzüne bakalım ve görelim.
Her birimizin yaşam serüveni, temsildeki adamın başından geçen olaylardan daha mı az tuhaftır?
Bir kuyunun içinden aşağı düşüp de, kuyunun başında bir aslan ve kuyunun dibinde bir ejderha görmek. Kuyunun duvarlarının zararlı böceklerin sarmış olması ve tutunduğumuz ağaçta binler ağacın meyve çeşitlerinin bulunması. Şimdi gerçekten insaf edelim, yaşadığımız hayata gönderiliş şeklimiz ve etrafımızdaki şaşırtıcı ve esrarengiz âlemdeki olaylar, daha mı sıradan ve normaldir acaba? En az temsildeki kadar şaşırtıcı ve dehşetli değil midir?
Evet, söyleyin lütfen: Bu hayatın bu temsildeki gibi dehşetli ve hayati tehlikelerle dolu olmadığını, gayet sıradan ve normal olduğunu mu iddia edeceksiniz? Her gün yüz binlerce insan dünyaya geliyor, bir o kadarı ölüyor. Nerden geliyorlar? Nereye gidiyorlar? Bu nasıl bir sıradanlıktır?
Ölüm, bir aslandan ve kabir, bir ejderhadan daha mı az korkunç? Hayatımızın her anında mücadele ettiğimiz ve her daim canımızı acıtan musibetler, zahmetler, meşakkatler, her türlü üzücü ve zarar verici kötü olay, ısırıcı böceklerden daha mı az yakıyor ruhumuzu? Kazalar ve hastalıklar daha mı az zarar veriyorlar bedenimize? Ve en nihayetinde, aynı topraktan binlerce çeşit meyve ve sebzenin çıkması, misaldeki ağaçtan daha mı sıradan ve normaldir?
Söyleyin lütfen. Hayır, öyle değil. Normal ve adî işler değil bunlar. Sadece alıştık sıradan görmeye. Her an mucize olan hadiseler arasında dolaşırken, gaflet ve alışkanlık perdesi yapıştı gözümüze ve görmez olduk mucizeleri.
Şaşırmıyoruz artık hiç bir şeye. Yanlarından geçip gidiyoruz öylece.
Tatsız kuru bir odundan, nasıl olup da tatlı, sulu, lezzetli bir meyvenin geldiğine hiç bakmıyoruz. Bir damla su gibi spermden bütün hayvanların yaratılması, yediğimiz bir yemekten bütün vücut azalarımızın şekillendirilmesi normal, sıradan, basit işler değil. Ama öyleymiş gibi kolay ve hızlı yapılıyor hâlbuki. Bunun sebebi ise, yapana kolay ve basit gelmesi. O kadar.
Temsildeki iki adamdan biri, gördüklerinden doğru sonuçlar çıkarabilecek kadar akıllı ve güzel fikirlidir. Tüm bu olayları döndüren ve bir istediği olan gizli bir işleyicinin var olduğunun farkına varabiliyor. Çünkü olaylar birbiriyle ilişkili görünüyor. Sanki birinin isteğiyle ve belli maksatlar için hareket ediyorlar gibi bir şekil ortada görünüyor. Bir tek ağacın, binlerce ağacın meyvesini verdiğini gördüğünde ise, tamamen tereddüdü giderek, bunların normal işler olmadığını idrak ederek, gizemi çözmeye koyuluyor.
İşte, o meyvelerin kendisini tanıttırmak ve sevdirmek isteyen birinin ikramları olduğunu ve bu ikramların esas ziyafet yerine davet etmek için numuneler olduğunu anlıyor. Çünkü ikramların çok çeşitli ve güzel olmalarına rağmen, doymaya müsaade edilmemesi bunu gösteriyor.
Tesadüfen tehlikeli ve dehşetli olayların içine talihsizce düşmüş olduğunu zanneden adam ise, etrafını kendine düşman ve zararlı görüyor. Diğer adam gibi, kendisinin tecrübe edilmek için gönderildiğini idrak edemiyor. Bütün senaryoyu çeviren ve kendisine ikram eden ve bulmacayı çözenleri esas ziyafet yerine götürüp ağırlayacak perde arkasındaki gizli işleyiciyi tanıyamamış. Ne için burada bulunduğunu anlayamadığından, hep endişe içinde kalıyor. Sarhoşlukla ve düşünmemekle teselli bulmak istiyor. Çünkü ölüm, tüm sevdiklerinden ayıracak ve sahte, dünyevi cennetinden acımasızca dışarı atacaktır.
Hâlbuki mümin için ölüm, sevdiklerine kavuşmadır, ebedi saadete geçiş kapısıdır, şu yükü gayet ağır gelen hayat vazifesinin bitmesiyle mükâfat almaya bir davettir. İşte şu manadaki bir dünya hayatı ne kadar sıkıntılı da olsa, mademki sonucu böyle güzeldir ve sonu güzel biten her şey, neticesi itibarıyla güzeldir.
O halde, bu dünyayı cennete bir bekleme salonu olarak görmek gerekir. Çünkü sıkıntılar geçici, dünya hayatı kısadır. Ebedî hayat ve saadet ise bitmez uzunluktadır ve nimetleri daimîdir. Bekleme salonlarında insanın aklı, beklediği ne ise onunla meşguldür. Hatta beklediği şeyin zamanının gelmesi için sabırsızlanır ve tüm dikkati beklediğine yönelmiştir.
İşte ebedi hayatın gerçekliğini bilen ve ona ciddi çalışarak bu dünyada ona kavuşmayı bekleyen bir insan da, aynen böyledir ve böyle olmalıdır. Dünyevi işler, aklının tümünü meşgul edemez, gideceği yeri düşünerek hareket eder, yanında götüremeyeceği şeylere kalbini bağlamaz.
Tıpkı bir bekleme salonunda geçici olarak duran biri gibi.
Metin İçinde Geçen Kavramlar Sözlüğü Numaraları:
1-Zahirî: Yüzeysel, görünüşte. Zahir: Açık. Zahiren: Görünüşte.
116-Cihet, vecih: Yön, açı.
49-Neş'et etmek: Doğmak, kaynaklanmak.
10-Musahhar, teshir: Emrinde çalıştırma, hizmetkâr etme, büyü gibi tesir altına alma.
12-Havf etmek: Korkmak.
13-Revnakdar: Parlak.
14-Me'yusiyet: Ümitsizlik.
15-Ünsiyet: Dostluk ve teselli bulmak.
16-Telezzüz etmek: Lezzet almak.
18-Müskir: İçecek.
6-Tahkir: Hakaret.
74-Kemal sahibi olmak: Mükemmellik basamaklarının bir derecesinde olmak. (Kemal kelimesi, başına geldiği kelimenin çokluğunu ve mükemmelliğini ifade eder.
17-Zulümat: Karanlıklar.
102-Nebat: Bitki.
107-Mazhar olmak: Sahip olmak, bir şeye erişmek, nail olma, şereflenmek. Mazhar: (2.anlamı) Bir şeyin göründüğü, zahir olduğu yer.
137-Halk etmek: Yaratmak.
45-Taam: Yiyecek.
10-Musahhar, teshir: Emrinde çalıştırma, hizmetkâr etme, büyü gibi tesir altına alma.
11-Firak ve zeval sillesi: Ayrılık ve yok olma tokadı.
55-Hidayet: Allah’ın insanların kalbine ilham ettiği hak yolu arama hissi ve arzusu.
19-Bostan-ı cinan: Cennet bahçeleri.
2-Ubudiyet: Kulluk yapmak, abd olmak.
[A] “Allah Teâlâ ki, Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Hayy Odur (Hayatı ezelî ve ebedî olan ve bütün varlıklara hayat veren Odur). Kayyum Odur (Bizzat kâim olan Odur. Varlığı sonsuza kadar devam eder, bütün varlıklar Onunla ayakta durur ve varlıkları Onunla devam eder).” Bakara Sûresi, 2:255. “Şüphesiz ki Allah katında makbul olan din İslâm dinidir.” Âl-i İmran Sûresi, 3:19.
[B] Zulümat: Karanlıklar. Tebaiyet: Uymak, tabî olmak. İntihab: Seçmek. İhtiyar: irade. Tevekkeltü alâllah: Allah’a tevekkül ettim, O’na dayanıp güvendim.
[C] Telakki etmek: Kabul etmek. Ünsiyet: Dostluk ve teselli bulmak. Teshilat: Kolaylık. Tedehhüş etmek: Dehşet almak.
[D] Muallâk(ta) kalmak: Boşlukta kalmak.
[E] Mahbub bir marifet: Sevgi duyulan bir bilgi. (burada marifet kavramı ile işaret edilen, islamî terim manasıyla Allah’ı bilme ve tanıma ilmi demek olan marifettir. İnsan Allah’ı tanıma yolunda ilerledikçe O’nu daha çok sever ve bu bilginin kendisi de çok sevilir ve kıymetli olur.)
[F] İntizar ile telezzüz: Beklemek ile lezzet almak. (Burada kastedilen mana, insanın gayr-ı meşru nimetlere olan iştahını ertelemesi, meşru daireye kanaat etmesidir. Hatta meşru nimetlerde de israf etmeyerek, önüne geleni yiyip içmeyerek, manevi bir şükürle nimete hürmet etmesidir.) Şekva: Şikâyet. Tahayyül etmek: Hayalde canlandırmak, fikir kurmak. Zâhir olmak: Açıklığa kavuşmak.
[G] Fehmetmek: Anlamak. İstihrac etmek: Çıkarmak. Tarîk: Yol.
[H] “Kederli olanı bırak, safalı olanı al.”
[İ] Hâtem, Turra, Sikke: Damga, mühür. Lahm-ı mahsus: Özel deri.
[J] Sırr-ı hikmet-i hilkat: Yaratılış gayesinin sırrı. Miftah: Anahtar. Ravza-i Cinân, Bostan-ı cinan: Cennet bahçeleri. Mevt: Ölüm. Mahbubatından: Sevdiklerinden.
[K] “Allah Teâlâ ki, Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Hayy Odur (Hayatı ezelî ve ebedî olan ve bütün varlıklara hayat veren Odur). Kayyum Odur (Bizzat kâim olan Odur. Varlığı sonsuza kadar devam eder, bütün varlıklar Onunla ayakta durur ve varlıkları Onunla devam eder).” Bakara Sûresi, 2:255.
[L] Cennet-i kâzibe-i dünyeviyesinden ihraç: Yalancı dünya cennetinden dışarı atılmak. İdhal: İçeri alınmak.
[M] Mukabil: Karşılık. Ahz-ı ücret: Ücret almak. Müteveccih: Yönelmiş. Saadet-i dâreyne mazhar olmak: İki dünyada da mutlu olmak. İntizar salonu: Bekleme salonu.
[N] Allahım, bizi saadet, selâmet, Kur’ân ve iman ehlinden eyle Âmin. Allahım, Efendimiz Muhammed’e ve âline ve ashâbına, Kur’ân’ın ilk indiği günden kıyametin kopmasına kadar onu okuyan her bir okuyucunun okuduğu her bir kelimenin hava dalgalarının aynalarında Rahmân’ın izniyle yansıyan bütün kelimelerinin bütün harfleri sayısınca salât ve selâm et. Ve bunlar adedince, bize, anne ve babamıza, erkek ve kadın bütün mü’minlere rahmetinle merhamet et, ey merhamet edenlerin en merhametlisi. Âmin. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.
dipnot Tavşan deliği: Alice harikalar diyarı filminde, fantastik bir dünyaya geçiş kapısı idi. Bu tabir, bilinmezlikleri keşfetmek manasında kullanılmaktadır. Ayrıca "The Secret-Sır" ve "Biz ne bilebiliriz ki? Tavşan deliğinden içeri (What the Bleep!?: Down the Rabbit Hole)" isimli, belgesel filmleri de çekilmiş olan ve kuantum fiziği ve çekim yasası üzerine meşhur bir kitaplara bu tabir ile atıfta bulunmak istiyoruz. Bu kitapta ve piyasadaki söz konusu "meşhur çekim yasası" kitaplarında da "sır" olarak ifade ettikleri: "kâinattan iste, dileğini gerçekleştirsin" veya "olayları görme ve inanma biçiminiz, gerçeğinizi şekillendirir" tarzındaki "sözüm ona büyük sır" olarak ifade edilen sırrın çok daha anlamlısının, gerçeğinin ve büyüğünün, iman ve islamiyetin hakikatinde mevcut olduğunu görüyoruz. "Çekim yasası"nda ise, bir şefkati olmayan, sizi tanımayan ve bilmeyen, ne idüğü belirsiz bir "kâinat" kavramının isteklerinizi yerine getireceğinize inanmanız ve adeta kâinata dua etmeniz (?!) isteniyor. Hatta "The Secret-Sır" kitabında, bizzat kitap tarafından Alaaddin'in cininden dileğinizi yerine getirmesini beklemenize benzetilen ve "çekim yasası" denilen bu yöntemde, işleyişi ve kuralları aslında çok daha farklı olan ilahi gerçekler çarpıtılıyor ve günümüz insanına, -içinde sadece çekirdek kadar bir gerçeklik bulunan- modern bir safsata sunuluyor. Şöyle ki: "Allah, samimi olarak isteyen bir kuluna, kâfir olsa bile istediğini verir" veya "Kulum beni nasıl tanırsa, ona onunla öyle muamele ederim" kaideleriyle İslamiyet’te yerini bulan olan bazı gerçekler, din ve Allah hakikati içinden çıkartılarak, dış görünüşü tantanalı ve cazip, fakat içi boş bir şekilde takdim ediliyor. Şimdi, bir düşünün: Kendisini tanımayan ve bilmeyen, kulluk etmeyen bir insana, sırf samimiyetle ve ihtiyaç lisanıyla istedi diye istediğini veren kâinatın sahibi ve hâkimi olan Allah; acaba gönderdiği peygamberleriyle öğrettiği tüm isim ve sıfatlarıyla kendisini tanıyan ve seven, indirdiği kitaplarıyla bildirdiği isteklerini bilen ve isteklerine uyan ve diniyle açığa çıkardığı kâinatın yaratılış maksadına uygun olarak şuurlu bir kulluk eden bir insana nasıl muamele eder? Tüm kâinatı, dünya ve ahireti, şimdiyi ve gelecek ebedi zamanı, o kulunun lehinde nasıl şekillendirir? Ne derecede o kuluna ikram eder ve ne mertebede o kulunun isteklerini yerine getirir? Öyle bir mertebede ki, "ne göz görmüş, ne kulak işitmiş ve ne de şimdiye kadar insan kalbinin hatırına gelmiştir" diye peygamberine tarif ettiği bir derecede, o kuluna ebedi ikramda bulunur. Dikkat edin! Çekim yasası, sizi belki bir Ferrari sahibi yapabilir ama Allah'a iman, sizi ebedi hayatın, ebedi ve hayal edilemez muhteşem nimetleriyle nimetlendirir ve güzelliği, Cennet'i unutturan bir Zat'ı görme şerefine çıkartır. İman ve İslamiyet’in devasa hakikatlerine kıyasen, "çekim yasası" kavramı, popüler ve ucuz bir oyuncaktan fazla bir kıymete sahip olamaz.