Gökyüzünde bir ses doğup içime ağdı.
“Kendin ettin...” Camları zangırdatan mâna yüreğimdeki dalgakırandı. Cümleyi tamamlamalıydım; öyle de yaptım. “Kendin buldun.”
Dün gibiydi zaman, an gibiydi, yırtınıyordu adam; kızgınlıktan kendi yakasını çekiştirerek:
“Bana denecek söz mü?”
Hele ona, ona bile...
Belki de o vakti süslemek, belki de...
“... Olmayacak duaya amin” mi demek?..
Yağmurda bahar kokuları vardı. Pencerelere, damlara; yürek ve bileklere sağanak sağanak sızarken, patlamaya hazırlanan “göz”leri daha bir şişiriyordu. Uzaklardan bakarken bizlere, belki de müteşekkirdin, tebessümdeydin.
Birden düşündüm; idrâke düştüm.
Esefliydin belki de, kimimize kızgındın.
Sen ne demiştin, biz ne anlamış, ne eylemiştik?
“İlk bahar, nev-bahar, nevruz-u sultanî...” diye işaretlemiştin. Biz –aha- sonbahara sarılmış, sonbaharla sarınmıştık.
Hiç unutmam. O tepedeki türbedeydik bir gün, kalabalıklarla iç içe... Ama “yalnız” kubbedeydik; güzelim yapının önündeki düzlükte “sizi” dinliyorduk.
“Anladım ki...” diyordunuz...
Demek ki “anlamak” bir büyük kapı; mâna sarayının eşiği... O saraya layık olmaya çalışmak bile az şey miydi?
Yağmur pek dineceğe benzemiyordu. Sanayide idiler. Bir tornacının önünde oturmuş, inceliklerden birer demet saçıyorlardı havaya. Henüz başlamamıştı sağanak. Devrile devrile gelen bulutlarda, öyle bir kül renklilik vardı ki ürpermeden edemedik. Hem kül rengi, hem de kırmızı felhan, iç içe... Tıpkı günümüz, ya da “gününüz” gibi...
“Ne olacak halimiz?” dedi biri.
“Herkes böyle diye diye...” düşünürken, ne hâl kalırdı, ne âlem...
“Bu sene havalar da yağdı çok şükür...” diye söylendi diğeri.
“Halbuki geçen yıllar...”
“Rahmet’e liyakat artıyor demek ki...”
“O zaman...”
“Vakit ...” dedi öteki. “Vakt-i merhun da demiş birileri.”
Yağmur yemeden aşınmış, oksitlenmiş, kurumuş balçıkla sıvanmış beşli pulluk, tornacının önünde ağır başlılık taslıyordu. Anlaşılıyordu ki epey yorgundur; “ziraat” yapılan bir toprağı vakitlice eşeleyip durmuştur.
Niceden beri “eğlendiğim” yerden çıkmalıydım artık; “bahar kokusu” vardı ya yağmurda. Vestiyerdeki montumu alıp indim. Yağmur sakinlemişti ama hala “sin sin” yağıyordu.
“Ahmak ıslatan...” dense de yörede, bu yağmur altında “teferrüc”e çıkmayı pek severdim.
Hele tahsil yaptığım o büyük şehirde... Eğer bahar istila etmeye başladıysa parklarını, bahçelerini, yalılarını, erguvan, akasya ve at kestanesi ağaçlarını...
Fakirhanemizden dışarıya acele ile yollanmamın sebebini, birlikte kaldığımız “dost”ların başka bir saike yormamış olmalarını ummaktan gayrı yapacak ne vardı elde?..
“Mümin her – alameti çıkmamış- her halde “hüsn-ü zanna” memur “ değil miydi?