Fal, talihini anlamak için garip tesadüflere mana vermek anlamına gelmektedir. Gelecekte olacak hadiseler, öteden beri insanların zihinlerini hep meşgul etmiştir. Sosyal çalkantıların yoğun olduğu buhranlı zamanlarda, insanlar gelecekte neler olacağını kestirebilmek maksadıyla çeşitli yollara başvururlar.
Burçlara göre talih tayini, kâhinlik, çeşitli fal oyunları gibi hurafeler, bunlardan sadece bazılarıdır. İslam'dan önce Araplar arasında birçok hurafelerle birlikte kehanet de fazla revaç bulmuştu. Kâhinler arasında cinlerle irtibat hâlinde bulunanlar, kendilerine cinler tarafından haberler geldiğini iddia edenler olduğu gibi, bazı işaretlerden ileride meydana gelecek hadiseleri çıkardığını ileri sürenler de vardı.
Ayrıca çalınan malın veya yitik bir eşyanın kim tarafından alındığını ve hâlen nerede olduğunu bildiğini söyleyenlerle birlikte; gelecekte kimin ne yapacağını, dünyada ne gibi hadiselerin meydana geleceğini bildiklerini zanneden kâhinler de mevcuttu. Bunların içinde cinlerin getirdiği haberlere dayanarak ahkâm kesen kâhinler, bazı hususlarda bir nebze doğru olsalar da genelde gerçekten çok uzak bulunmaktadırlar.
Kur’ân-ı Kerim, istikbalde olacakları hiçbir kimsenin bilemeyeceğini şu ayetlerle haber vererek kehâneti reddeder:
“Gaybın anahtarı Allah’ın yanındadır. Onları ancak o bilir...” (En’âm, 6/59)
“...Hiçbir kimse yarın ne yapacağını bilemez...” (Lokman, 31/34)
“De ki: Göklerde ve yerde Allah’tan başka kimse gaybı bilemez...” (Neml, 27/65)
Bütün hurafelerle birlikte her türlü kehaneti yasaklayan Resul-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), kâhinleri dinleyip tasdik etmeyi de yasaklamıştır.
Hz. Âişe’nin rivayetine göre, bazı sahabiler Peygamberimize gelerek kâhinler hakkında fikrini sorarlar. Peygamber Efendimiz de
“Kâhinler bir şey değildir.” buyururlar. İçlerinden bir kısmının tekrar,
“Yâ Resulallah, onlar bazen bir şey söylüyorlar da doğru çıkıyor.” demeleri üzerine Resulullah (a.s.m.) şöyle buyurur:
“Bu söz cinlerindir. Cin bilgiyi kapar da dostunun kulağına tavuğun gıdaklaması gibi gıdaklar. Bu şekilde ona yüz yalandan daha fazlasını karıştırır.” (Müslim, Selâm, 123)
Aynı zamanda şeytanlardan da sayılan sefih cinlerin, çaldıkları haberleri dostu olan insanın gelip kulağına fısıldaması, hadis-i şerifte tavuğun gıdaklaması gibi herkesin anlayabileceği bir benzetme ile ifade edilmiştir.
Cinler, kâhinlerin kulağına haber iletirken orada hazır bulunan diğer şeytanlar da işitmektedirler. Bir tane bulan tavuğun gıdaklayarak diğer arkadaşlarına haber vermesi gibi... Kâhinlere gitmeyi, onlardan istikbal hakkında bilgi sormayı da hoş görmeyen Peygamber Efendimiz, onlara müracaat etmeyi Hz. Muâviye’nin şöyle bir suali üzerine yasaklar.
Bir gün Hazret-i Muâviye (r.a.), “Yâ Resulallah, birtakım şeyleri biz cahiliye devrinde yapıyorduk. Kâhinlere gidiyorduk?” dediğinde, Resul-i Ekrem Efendimiz, “Artık kâhinlere gitmeyin.” (Müslim, Selâm, 121) buyururlar. Kâhinlerin söylediklerini doğrulayan kimsenin küfre gitmek gibi ağır dinî bir mes’uliyet altına gireceğini bildiren hadisten (bk. İbni Mâce, Taharet, 122) hareket eden âlimler, kâhinlere gitmenin ve onlara inanmanın, kişinin îmanına zarar vereceğini söylemektedirler.
Çünkü kâhinin söylediğinin çoğu uydurma ve yalan olduğundan, ona inanıp kanan kimse hareket ve geleceğini duyduklarına göre düzenlerse, ya boş ümitlere kapılıp hayal ve düşüncelerini lüzumsuz şeylerle dolduracaktır veya verilen kötü haberler üzerine ümitsizliğe ve karamsarlığa düşecektir. Bu da kişinin mânevî hayatına, hatta aile hayatına zarar verecektir.
İlmin ve teknolojinin zirveye vardığı günümüzde, bu çeşit cahiliye âdetleri değişik usûl ve şekillerde uygulanmakta, insanın merakları istismar edilmektedir. Günlük gazetelerde çıkan yıldız falı, bu mevzuda yayınlanan dergi ve kitaplar birer misal olarak gözümüzün önündedir. Ne yazık ki, pekçok insan bunlara ehemmiyet vererek, ümit ve geleceklerini, uydurulan kehanetlere bağlamaktadır.
Ayrıca, toplumda yaygın olarak bulunan el ayasına, oyun kâğıdına, kahve fincanına ve su dolu tasa bakarak, sözde bilinmezden ve gelecekten haber vermek de kehanetin bir diğer çeşididir. Bu işi kendisine meslek edinen kişilerin çoğu, toplumumuzda saf ve temiz Müslümanları yanıltan zavallılardır. Görünüşteki itibarlarına rağmen, bayağı insanlar ve toplumun itibarsız kimseleridir. Kendi soğuk hallerini ve yaşayışlarını düzeltemeyen ve gayr-i meşru hayattan kurtulamayan kimselerin sözlerine ve verdikleri haberlere ne derece itimad edilir? Meâlini verdiğimiz âyet ve hadisler bu nevi fallar için de geçerlidir.
Fala bakmak, baktırmak, çıkarılan kehanetlere inanmak mü’minlere yakışmayan bir davranıştır. İtibar edilmemesi gerekir.
Tefeül ise, bir şeyi hayra yormaktır. Resulullah da (asm) tefeülde bulunmuştur. Mesela, Hudeybiye seferinde, karşı tarafla görüşmelerin tıkandığı bir zamanda, karşı tarafın elçi olarak Süheyl b. Amr’ı göndermesi üzerine, onun ismiyle tefe’ül ederek “İşiniz kolaylaştı.” diye ashabına haber verir. (Süheyl kelimesinde kolaylık anlamı vardır.)
Bediüzzaman bazı tefe’üllerini şöyle anlatır:
“Bundan otuz sene evvel (I. Dünya Savaşı sonrası) eski Saîd’in gafil kafasına müthiş tokatlar indi. 'Elmevtü hak' (ölüm haktır) kaziyyesini düşündü, kendini bataklık çamurunda gördü. Meded istedi, bir yol aradı, bir halaskâr taharri etti. Gördü ki, yollar muhtelif, tereddüdde kaldı. Gavs-ı Azam olan Şeyh Geylani’nin (ra), Fütûhu’l-Gayb namındaki kitabıyla tefe’ül etti. Tef’eülde şu çıktı: 'Sen Dâru’l-Hikmette iken, kalbini tedavî edecek bir doktor ara.' Acibtir ki, o vakit ben Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiye azası idim. Güya, ehl-i İslâm’ın yaralarını tedaviye çalışan bir hekim idim. Halbuki, en ziyade hasta ben idim. Hasta evvela kendine bakmalı, sonra hastalara bakabilir. Sonra, İmam-ı Rabbanî’nin Mektubat kitabını gördüm. Elime aldım. Halis bir tefe’ül ederek açtım."
"Acaibtendir ki, bütün Mektubat’ında yalnız iki yerde 'Bediüzzaman' lafzı var. O iki mektub, bana birden açıldı. Pederimin ismi Mirza olduğundan, o mektubların başında 'Mirza Bediüzzaman’a mektub' diye yazılı olarak gördüm. 'Fesübhanallah, dedim, bu bana hitab ediyor.' İmam, o mektublarında tavsiye ettiği gibi, çok mektublarında musırrane şunu tavsiye ediyor: 'Tevhid-i kıble et!' Yani, birini üstad tut, arkasından git, başkasıyla meşgul olma! (...) Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle kalbime geldi ki: Bu muhtelif turukların başı ve bu cetvellerin menbaı ve şu seyyaralerin güneşi, Kur’an-ı Hakîm’dir. Hakîkî tevhîd-i kıble bunda olur. Öyle ise, en âlâ mürşid de, en mukaddes üstad da odur." (Mektubat, Yirmi Sekizinci Mektub, Üçüncü Mesele)
Görüldüğü gibi Üstad Bediüzzaman; Abdulkadir-i Geylanî ve İmam-ı Rabbanî’nin kitablarıyla tefe’ülde bulunmuş, hayatının akışına bir yön vermiştir. Bu noktalardan tefaul ve falı değerlendirdiğimizde arada bariz bir fark gözükmektedir.
Sorularla Risale