ALLAHUEKBER.
Denilebilir ki, bu mübarek söz, en büyük ibadet ve İslâmiyette imandan sonra en yüksek hakikat olarak namazın mührü ve hâtemidir.
Öyle ki, ‘mü’minin miracı’ olan namazın ülkesine, bu hitapla girilir. Allahuekber, niyetin ardından, namazın ikinci rüknüdür. Kul hangi namazı kılacağına niyet ettikten sonra, ‘iftitah tekbiri’ dediğimiz Allahuekber ile namaza başlar. Bu, namazdaki ilk tekbirdir, ama tek tekbir değil. Bilakis ilk tekbirden sonra kıyam ve kıraate başladığı gibi, kul yine Allahuekber ile kıyam ve kıraatten rükua geçer, rükudan secdeye yine onunla geçilir, secdeler arasında yine tekbir vardır ve secdeden kıyama veya kâde ile teşehhüde de yine tekbir ile geçilir. Velhasıl, tekbir ile başlayan her namazda bir rükünden bir diğer rükne geçişte yine tekbirlerle devam eder ve böylece dört rekatlik bir namaz sona erdiğinde mü’min 23 kere ‘Allahuekber’ diyerek tekbir getirmiş olur.
Her namazın rüknü ve alemi olan tekbirlerin yanında, bir de Kurban bayramlarında, arefe günü sabahından dördüncü günün ikindi vaktine kadar, yani 23 vakit farz namazların ardından mü’minlerin “Allahuekber Allahuekber lâ ilâhe illallahu vallahu ekber allahu ekber ve lillahi’l-hamd” diyerek tekbir getirmeleri gerekmektedir.
Namazın yanısıra, hacda da en çok tekrarlanan zikirlerden biridir tekbir.
Namaz dinin direği ise, namazın da direğidir tekbir.
Haccın alemi, kurban bayramlarının şiarı da tekbirdir.
Peki tekbirde ne sır bulunmaktadır ki, âlemlerin Rabbi, her gün her namazda ve hac veya bayram gibi hususî vakitlerde kullarından bilhassa tekbiri istemektedir?
Kul, “Allahuekber” demekle, kısaca “Allah en büyüktür” demiş olur; peki bu kısa sözün mânâsı nedir, kul “Allah en büyüktür” diyerek gerçekte neyi demektedir?
Ne bu soruların tam cevabına vâkıf haldeyiz, ne de bir günlük yazıda anlayabildiğimiz mânâları dahi dilimizin döndüğünce anlatabilmemiz mümkün.
Ama tekbirlerle şereflenen ve nurlanan bir bayramın son gününde, işaret nev’inden, bu bayrama ve her gün bütün namazlara mührünü vuran tekbire dair birkaç kelam etmeye yerimiz ve mecalimiz var.
Tekbir getirmek, Allahuekber demek, “Allah en büyüktür” diye ilan etmek, en özet ifadesiyle kulun O’nun kemal, azamet ve kibriyasını mutlak surette görüp kabul ettiğini; O’nun büyüklüğü karşısında başka hiç kimsenin ve hiçbir şeyin büyüklüğünden söz edilemeyeceğini ifade etmek anlamına geliyor.
Ki, namazın ardından gelen tesbihatın sonunda da tekbir var. O’nun celâline karşı otuzüç ‘Sübhanallah’ ve cemaline karşı otuzüç ‘Elhamdülillah’ın ardından, O’nun celâl ve cemalini buluşturan benzersiz ve ortaksız kemal ve kibriyasına karşı otuzüç ‘Allahuekber’ ile mukabele ediyor mü’min.
Bu ‘Allahuekber’ ile, şunu demiş oluyoruz kısacası: Allahım! Senin büyüklüğün karşısında, ne kendimin, ne başka herhangi bir şeyin ve kimsenin şu veya bu nisbette büyüklüğünden söz edilemez. Büyüklükte senin eşin, benzerin, ortağın, mislin, mukabilin sözkonusu olamaz. Hiç kimse ve hiçbir şey, Senin büyüklüğün karşısında bir mukayese konusu ve sebebi de olamaz. Senin mutlak büyüklüğün karşısında, herşey eşit derecede küçük, Senin mutlak kudretin karşısında herkes eşit derecede âciz, Senin mutlak rahmetin karşısında herkes eşit derecede muhtaç. Yarattığın mahlukat olarak hepimizin Senin karşındaki durumu, sıfırın sonsuza karşı durumu gibidir. Nasıl ki sonsuzun karşısında birin, onun, binin derece itibarıyla farkından ve üstünlüğünden söz edilemez ise, Senin azamet ve kibriyan karşısında da biz kulların bazısı daha az, bazısı daha fazla olarak değil, hepimiz mutlak surette küçüğüz. Hiçbirimiz Senin kudretinin, ilminin, iradenin haricinde var olmadık ve varlığımızı devam ettirecek tek anlık bir güce, ilme ve iradeye de sahip değiliz. Büyüklük Sana mahsustur; Senin büyüklüğün karşısında, başka hiç kimsenin ve hiçbir şeyin ‘büyüklüğünden’ söz edilemez.
Bu mânâ, bütün esma-i hüsnaya dair bir dersi de içerir. İlim, irade, kudret, rahmet, ihsan, kerem, yaratma, cemal, celâl, kemal, izzet, kahr, cebr.. aklımıza celâlî ve cemalî ne kadar isim ve sıfat geliyorsa, hepsinin müsemması mutlak surette O’dur ve başka hiçbir şeyin ve hiç kimsenin bu isim ve sıfatları doğrudan ve bizzat kendine atfetmesi mümkün değildir.
Dilimizden çıkan her ‘Allahuekber,’ bu şekilde, bütün esmâ-i hüsnânın ve bütün kudsî sıfatların müsemmasını tek ve bir olarak tanıdığımızı, bu isim ve sıfatlarda hiç kimseyi ve hiçbir şeyi O’nun ortağı, misli, benzeri görmediğimizi de ilan eder.
O tek kelimelik tekbir, tek ve bir olan Rabbimize mutlak surette teslimiyetin ifadesidir velhasıl. Rab ve ilah olarak yalnız O’na iman edip yalnız O’na dayandığımızı ilanın ifadesidir. O’nun ilmi, iradesi, kudreti, rahmeti.. karşısında her türlü kıyaslama ve iddiadan arınma gayesinin ve gayretinin de ifadesidir.
Bu mânâsıyla, yalnız O’na kul olmanın, kula kul olmamanın, kulu kul da edinmemenin ifadesidir.
Sözün kısası, tekbirin dersiyle ve ibretiyle yaşayan bir mü’min ne O’ndan başkasını büyük tanıyıp ona boyun eğer, ne de O’nun kullarına karşı büyüklenip kendisi karşısında boyun eğmelerini bekler.
Ne O’ndan başkasına kul olur, ne de başkalarını kendine kul edinir.
Her namaz, her bayram, her tekbir…
Deriz ki, uluhiyet ve rububiyetinde, esmâ ve sıfatında O tek ve bir…
Böylece her tekbir bizi kula kulluk zilletinden kurtarır, özgürleştirir.