Gayb’dan ses duyulmaz, Hz. Adem’den beri tüm sesler semâ’da birikirler.
Birinin hayaline, kalbine veyahut kulağına bir sesin gelmesi, Hıfz-ı Zikrullah olan gökten, görevlilerin yağmur tanelerini taşıdığı gibi taşıması ile gerçekleşir…
Saniyede 16 milyon Ton yağmurun indiği yeryüzünde, benzeri bir trafik de hiç biri diğerine karışmadan, adrese teslim bu cenahta işlemesi, akla çok mu uzak?
Nasa neden, sema’da geçmiş ses kayıtlarını çözmeye çalışıyor ki o halde???
Kuran ve insan ve kainat kitabı olan oku emrinin muhatabı üçlünün bizden çok inançsızlar tarafından okunması, Sünnetullah gereği “onların teknolojide daha ileri olması” sonucuna çıkarıyor bizi. Yukarıda yazdıklarım ise onların (nasa) işaretini bulduğu, oysa Peygamber Efendimizin (S.A.V) asırlar önce haberini verdiği ve asırlardır varislerinin farklı şekilde ifade ettiği ve en son Bediüzzaman Hz.’nin de kaleme aldığı bir mesele, yine nasa tarafından araştırılıyor… Ne kadar ilginç değil mi?
Şair ne güzel demiş;
“Bizsiz bize yetmezdi güçleri,
Bizimle güçlenerek yettiler bize…”
Bu minvalde tarihte vuku bulmuş gerçek bir hadise paylaşayım inşallah;
“Bir zamanlar, Said Halim Paşa sadrazam iken (sadrazamlığı 1914-18) kendisiyle görüşen bir İngiliz diplomatı, kendisine “hepimize sorulan” bir soru sormuş:
“Paşa Hazretleri! Müslümanlar bütün hakikatlerin ve bu arada fennî gerçeklerin Kur’ân’da mevcûd olduğunu iddia eder dururlar(!). Lâkin bir gerçeği biz Batılılar keşf edip ortaya koymadıkça da Kur’ân’dan çıkarıp gösterememektedirler. Benim aklım buna hep takılmaktadır. Acaba siz ne dersiniz, böyle midir?”
Said Halim Paşa, Mısır’da büyüdüğü Arapça’ya vâkıf olduğu, devrin îcâbı İslâm’ı oldukça iyi bildiği halde kendine göre bir izahatta bulunmuş, ancak ne diplomat ne de kendisi tatmin olmamıştır. Osmanlı Meclisi Mebusân’ma telefon ederek o zaman mecliste pek çok olan din âlimlerinden birinin acele sadârete gönderilmesini taleb etmiştir. Gelen hocanın verdiği cevaplar da İngiliz diplomatını tatmin etmeyince Said Halim Paşa, İngiliz’den ertesi güne kadar müsaade istemiş ve gelen hoca’dan da bu meseleye cevap verebilecek birini acilen bulmasını istemiştir.
Hoca, Bursa’da sürekli istifade ettiği Şeyh Şerafettin Hz. Aklına gelen hoca hemen ulaşıp onu çağırmış tekrar bir araya gelmişler. Şeyh Şerâfeddîn Efendi demiş ki;
“Evet, Kur’ânı Kerîmde kıyamete kadar vâkî olacak fennî keşiflerin hepsi mevcûddur. Çünkü O, bir “Kitâbı Kâinat” ‘tır Bu gerçeklerin siz Batılılar fiilen ortaya çıkarmadıkça bir müslüman tarafından Kur’ânı Kerim’den çıkarılıp gösterilemediği de doğrudur. Ama bunun üç sebebi vardır ki; size bunların ikisini söyleyebilirim. Üçüncüsü siz Batılılar’ın aleyhine olduğundan onu söylemek nezâkete aykırı olur.”
İngiliz diplomat, her üç sebebin de söylenmesinde ısrar edince Şeyh Şerâfeddîn Hazretleri buyurmuşlar ki:
“Kur’ânı Kerîm’de fennî hakîkatlere temas “sarâhat’le değil “delâlet” cihetiyledir. Bunun birinci sebebi eğer bu gerçekler sarahat cihetiyle olsaydı Kur’ân’ın hacmi alabildiğine genişleyeceğinden onun ezberlenmesi imkânsızlaşırdı. Hâlbuki sâir semavî kitapların başına gelen tahrif hâdisesinin Kur’ân için vâkî olmama sebeplerinden biri de bu ezberlenme keyfiyetidir. Yazının yaygın olmadığı bir zamanda tahrif, ancak bu suretle önlenebilirdi.”
İngiliz diplomat:
“Eh.” deyip pek tatmin olmamış gibi görünmüş. Şeyh Şerâfeddîn Hazretleri devamla:
“Fakat asıl sebep bu değildir. Eğer kıyamete kadar mer’iyyeti murâdı İlâhî iktizâsı olan Kur’ânı Kerîm, fennî gerçeklere sarahat cihetiyle temas etmiş olsaydı asırlardan beri mü’min ve müslim olan insanların çoğu, zamanlarındaki fennî terakki seviyesi itibariyle onları kabule yaklaşmayıp inkâr ederler ve îmân dâiresinden çıkarlardı. Bu gerçekleri onlar fiilen isbât edildikten sonra bunlara delâlet eden âyetleri bu yolda telâkki edenler inkâr yerine bilâkis îmanlarının kuvvetlenmesi gibi bir netîce elde ederler.”
Diplomat üçüncü sebep için de ısrar edince:
“Kur’ânı Kerîm, zikrettiğim şu iki sebep yüzünden fennî gerçeklere “sarahat” yerine “delâlet” tarikiyle temas etmiş olduğundan bu gerçekleri herkes anlayıp kavrayamaz. Lâkin bunları siz Batılılar tecrübe edilir ve isbatlanır hâle getirmeden de bilenler vardır. Bunlar ilimde “rusûh sahibi” olan ve zahiri ilimler kadar ledünnî ilimlere de vâkıf kimselerdir. Lâkin onlara bildiklerini söylemek hususunda müsâade yoktur. Bunun sebebi Dünya hayatının sa’y (çalışma) esasına müstenid olan aslî nizamı muhafaza olduğu kadar aynı zamanda siz Batılıların her fennî keşfi egoistçe kendi emelleriniz istikâmetinde ve başka milletlerin aleyhine kullanmanızdır. Sizin Kur’ân’dan çıkarılacak bir fennî keşfe vâkıf olmanız engellenemeyeceği içindir ki bu bize yasaklanmıştır.”
Diplomat “bu bahanedir ancak” deyince,
“Bak ekselans! Ben de Kur’ân’ın delâlet cihetiyle temas ettiği fennî gerçeklerin kâffesine bir ilâhî mevhîbe olarak vâkıf olanlardanım. İstesem size kıyamete kadar vâkî olacak bütün fennî keşifleri tâdâd edebilirim.(sayabilirim) Lâkin bunu yapmak benim için manevî bir intihar olur. Ancak gerçeğin bu söylediğim gibi olduğunu kabûl edebilmeniz için size başka hârika bir bilgi sunabilirim.” İngiliz diplomat:
“Meselâ ne gibi.” dive suâl edince Şeyh Şerâfeddîn Hazretleri: “Sizin ceddinizi tâ Adem aleyhisselâm’a kadar sayabilirim.” karşılığını vermiştir. İngiliz’in itirazı üzerine de O’nun ceddini yukarıya doğru saymaya başlayınca İngiliz diplomat:
“Dur! Bir dakîka… Sen bunları nereden biliyorsun!? Yedinci göbekten öteye ben dahî bilmem.” dedi.
Şoka giren diplomat, söylenenlerin doğruluğunu te’yid ederken;
“BEN SÂDE BUNU DEĞİL, SİZDEN DÜNYÂ’YA GELMİŞ VE GELECEK OLANLARI DA KIYAMETE KADAR SAYABİLİRİM.” diyerek, karşısındaki İngiliz’in önce çocuklarını sonra torunlarını, daha sonra da henüz Dünyâ’ya gelmemiş olan neslinin İngilizce isimlerini saymaya başlayınca İngiliz diplomat
Sadrâzam’a dönerek:
“Paşa Hazretleri! Ben sizden bir din âlimi istedim, siz bana bir sihirbaz getirdiniz” diyerek kendisi için mantıken mecburî hâle gelmiş olan hidâyetten kaçınmış ve bunun ilâhî takdire bağlı bulunduğu gerçeğine yeni bir misâl olmuştur…”