Heybeliada’da yangın çıktı geçenlerde. Gerçi yangın çıkmaz, çıkarılır. Sonra mafya, rant vs haberleri yapıldı her yangında olduğu gibi. Sonra ciğerlerimiz gidiyor, milli servet yanıyor gibi, varlığı parayla ölçen salakça muhabbetler duyuldu. Gerçi insanoğlunun zalimliğini görmek için bunlara ihtiyacımız da yoktu. O kadar çok örnekleri anlatılıyor ki her gün…
Günümüzün haber anlayışına karşı biri olarak, (ki asıl haberin ne olup olmadığı ayrı bir konudur) o haberde bir cümle dikkatimi çekti ve ilgilendim. “Yangın Terk-i Dünya Manastırına doğru ilerliyor.”
Bugün Hıristiyanların ve hatta Müslümanların boğazına kadar battıkları dünyevileşme salgınına bir bakın. Bir de çok uzak değil, 1800’lerin sonlarında kurulan Terk-i Dünya manastırına bakın. Bu arada Hıristiyanlıkta bir de Terk-i Dünya Tarikatı olduğunu öğrendim.
Mardin’deki Darüzzaferan Kilisesini de hep sevmişimdir. Ruhu kaybolup şimdi bir ticarethaneye dönüşen bu kiliseye artık para vererek girebiliyorsunuz. Soğuk rehberler size ezberlenmiş, ruhsuz bilgiler veriyorlar. Ancak bir gidişimde kilisenin tepelerinde sanki elle yapılmış gibi olan mağaralar dikkatimi çekti. Bunları araştırdığımda öğrendim ki; yüzyıllar önce Darüzzaferan Kilisesinde sadece Allah’la olmak, O’na ibadet etmek, Allah’la dost olmak için buraya gelen kadınlar varmış. Bu kadınlar burada dünya ile ilişkilerini en aza indirgeyip, Allah ile oluyorlarmış. Sonra Kilise meşhur olunca, çok fazla ziyaretçisi olmaya başlamış. Yolcular da uğrayıp burada konaklıyorlarmış. Bu kalabalıktan sıkılan kadınlarsa Kilisenin başındaki ilgiliye müracaat edip şöyle demişler:
“Efendim, biz daha çok Allah’la olmak, dünyayı, her şeyi terk etmek için buraya geldik. Ancak burada kalabalıkların arasında kendimizi tam veremiyor, huzurlu olamıyoruz. Bize şu dağlarda mağaralar yapsanız da, biz Rabbimize oralarda ibadet etsek.”
Bunun üzerine dağlardaki mağaralar kadınlar için düzenlenmiş. Ve Rableriyle olmak, sadece O’nunla kalmak isteyenler mağaralara çekilmişler. Hatta günlük yemekleri bile aşağıda Kilise’de hazırlanıp mağaralara götürülüyormuş. (Günümüzün kadınlarıyla ne kadar da benzeşiyorlar değil mi ?!)
Yine Mardin’de, bir Süryani papazın anlattıkları beni çok etkiledi. Papazın söylediğine göre onların dininde kendisi gibi papazlar cemaatin sorunlarından, ayinlerden ve bunun gibi cemaat işlerinden sorumlularken; rahipler sadece kendilerinden sorumludurlar. Yani rahipler toplum, cemaat işlerine karışmazlar, daha çok kendilerini Rabbe vermiş, dünya ve dünyevi işlerle ilgilenmeyen insanlardır.
Bu üç anekdotu birleştirdiğimde, şu anki insanların, dünyanın, bizim halimiz bana çok ibretli görünüyor. Bir zamanların kiliselerine Terk-i Dünya ismini veren, bu isimle tarikatlar kuran insanlarından bugünün dünyevileşmiş, kapitalizmin kölesi olmuş, kazanmanın delisi olmuş insanlarına ne kadar uzak mesafeler var.
Sonra Sahabelerin kalabalıklar içindeki dünyevileşmeyen hayatlarını hatırladım. Allah için dünyayı her şeyiyle bırakan Ashabı-ı Suffe’yi düşündüm. Mevlana’nın Şems ile çekilişlerini. Gazali’nin bütün ilmi payelerini, servetini, şöhretini, makamlarını bırakarak Şam’daki Emeviye camisine çekilişlerini hatırladım. Sonra Bediüzzaman’ın Erek Dağında, Barla, Kastamonu dağlarında geçen hayatını düşündüm.
Sanki artık dünya ve içindekilerle olan ilişkilerimizi tekrar gözden geçirmenin zamanı geldi. Günümüzde Papaz olma talipleri ne kadar da çok. Cemaatleri yöneteceğiz, ayinler yapacağız, planlar, programlar, mücadeleler, cemaatimizin sayısını arttıracağız, makamlar ele geçirecek, siyasileri kendimize kul köle yapacağız, “Müslümanlar layık değil mi?” diyerek lüks arabalara binip, pahallı tatiller yapacak, asgari ücretin on katı paralar döktüğümüz başörtüler takıp İslami sosyete oluşturacağız, bir yerlerde kardeşlerimiz karnını doyuramazken, lüks otellerde açık büfelerde İslami müzikler eşliğinde midelerimizi dolduracağız, gardroplarımız, ayakkabılarımız, eşyalarımız lüks evlerimizde dolup taşacak… (Aman Yarabbim, ne de çok örnek varmış.)
Sonra “Toplayıp durduklarınızla dağlanacaksınız” hadisini unutarak, lüks mekanlarda Said Nursi’nin yamalı cübbelerinden, bir sepetlik mal varlığından bahsedeceğiz.
“Hepiniz Allah’a kaçın” ayetini okuya okuya dünyaya koşacağız.
Doğrusu bu yazının nasıl biteceğini ben de kestiremiyorum. Kardeşim İslamiyette dünyayı terk etmek yok diyenlerden, Hıristiyanlardan bize ne diyenlere kadar birilerinin çıkacağını biliyorum. Aslında şöyle yapıyoruz, böyle yapıyoruz; şöyle veya böyle yapmalıyız demenin çok da anlamı olmadığını ben de biliyorum. Bu yazıyla belki de sadece kendi kendimle konuşuyorum.
Zaten ben öğüt vermeyi hiç sevmiyorum. Kur’an’ı, Peygamber’i dinlemeyen, Vahyi içselleştirme derdi olmayan beni niye dinlesin ki? Ben de Nursi’nin bir zamanlar yaptığı gibi sadece kendimle konuşuyorum artık. O’nun Sarıyer’de bir eve çekilişi gibi ben de iki, üç aylığına yalnız kalmak, hep kendimle konuşmak için İstanbul’da bir eve çekileceğim. Ve dayanabilirsem üç ay burada yazmayacağım. İsterseniz bu garip yazıyı da Bediüzzaman’ın Mesnevisinden bir cümle ile bitirelim:
“Gördüm ki, bütün lezzetleriyle beraber, dünya ağır bir yük imiş. Ve ruhu bozulmuş hastalardan başkasının bağlanmaya razı olmayacağı bir zincir imiş.”
Acaba ruhlarımız bozulmuş de haberimiz mi yok?