Dünyayı hükmetme hakkını kendisinde gören uluslararası güç odakları, kurulu düzenlerinin devamı için, kendilerine engel gördükleri toplumları terörle tüketmeyi, etkili bir araç olarak görür hale geldiler.
Güç odakları, kullandıkları terörün, bumerang etkisiyle kendilerine dönüp, alınlarında patlayabileceğini, pek hesaba katmıyorlar. Halbuki, 11 Eylül 2001 ikiz kuleler terörü, herkese yeterli bir uyarı idi. Ne var ki, Batı dünyası teröre seyirci, hatta destekçi tavrını ısrarla sürdüre geldi.
Diğer taraftan uluslararası alanda terörü besleyen ret ve nefret söylemlerine karşı etkili tedbirler alınması yönündeki talepler, Batı dünyasında, hep “düşünce özgürlüğü” gerekçesi ile geçiştirilip savsaklandı. Paris’te işlenen son terörden canı yanan Batı, bu defa terörün kötü bir şey olduğunu kabul refleksleri veriyor. Terörü tetikleyen yayın ve gösterilerin “özgürlük” olmadığı ve cezalandırılması gerektiği hep bir ağızdan seslendirmeye başlandı. Batı dünyası, Müslümanlara yönelik terör saldırıları karşısında, daha önce tepki verebilseydi, Avrupa’da sokağa taşmış ırkçı gerilim bu noktaya gelmezdi. Yahudi düşmanlığı yapanlara her yerde cezalandırma imkanı var. Bu konuda Batı yargısı işliyor. Keza, Hıristiyanlığa hakaret, tavizsiz cezalandırılıyor. Hatta, Avrupa’da “Ermeni soykırımı yapılmamıştır” diyenleri bile cezalandıran kanunlar yapıldı, davalar açıldı. Fakat 2005 yılından bu yana, inançlarına hakaret sebebiyle mahkemeye giden Müslümanların şikayetleri, hep sonuçsuz kaldı. Herkese adil yargılama ve hukuk dersi vermeye kalkan Batı, Müslümanları hukuk önünde korumadı. Yargıyı çifte standarda alet etmekten kaçınmadı.
Paris’teki Hebdo dergisine yönelik saldırı, Müslümanlara yapılan hakaret ve haksızlıkları görmenin fırsatı olacağa benziyor. Müslümanların ısrarla dile getirdiği, “İslamiyetle terörün bir araya gelemeyeceği” ilkesi, nihayet Fransa, İngiltere ve Almanya Başbakanları başta olmak üzere, diğer bir çok Batı’lı yöneticinin ortak görüşü olarak seslendirilmeye başlandı. Hatta, yakın zamana kadar İslamiyet’i semavi bir din olarak kabul etmekte zorlanan Vatikan temsilcisi Papa bile, Hıristiyanlık kadar İslamiyet’in de her türlü hakaretten korunması gereğine, “saldırırsan yumruğu yersin” diyerek açıktan destek veriyor.
“İslam’ın terörle özdeş tutulamayacağı” görüşü, geç de olsa, Batı’da kabul görüyor. Bu görüş, bu saatten sonra, artık sadece siyasi bir söylem veya hukuki bir kriter değildir. Bu yaklaşım, kökleri tarihin derinliklerinde yatan, düşmanlıkları besleyen, önyargılı marazi bir zihniyetten kurtulmanın ve müspet anlamda köklü bir zihniyet değişiminin habercisi olarak görülmelidir. Eğer, İslamiyet’in, masumiyet ve mükemmelliğini kabullenen müspet zihniyet değişimi sağlanabilirse, Batı’nın, Fransız Devriminden daha büyük bir değişim çığırı açtığını söylemek abartı olmayacaktır. Çünkü, Fransız İhtilali, her ne kadar, kardeşlik, eşitlik ve özgürlük gibi ilkeleri hayata geçirmek amacıyla yola çıkmış olsa da, ırkçılıktan beslenen ulusalcı, bencil, çatışmacı ve yayılmacı yöntemlere yaslanmaktan hiç uzak durmadı. Bu yanlışın Dünya savaşlarına varan ağır bedelleri ödenmek zorunda kalındığı için, 1950’lerden itibaren, insan hakları öncelikli, “Avrupa Birliği” projesini hayata geçirme ihtiyacı duyuldu. Özellikle 1993 tarihli “Kopenhag Kriterleri” AB çatısı altında kurumsal bir güvenceye kavuştu.
İnsan hakları müktesebatı, kesinlikle sadece Avrupa’nın malı değildir. Unutulmamalıdır ki, insan haklarını koruyan temel ilkelerin başında gelen, “cezaların şahsiliği ilkesi” ancak 18. asırda Batı’nın hayatına girebilmiştir. İnsanların zulümden korunması ve adaletin gerçekleşebilmesi için “sorumluluğun kişisel olduğu” ilkesi, on beş asır önce Kur’an ayetlerinde defalarca vurgulanmış ve hukuk alanında titizlikle hayata geçirilmiştir. Charlie Hebdo yönetimi, İslam’ın kutsallarını, sorumsuzca ve saygısızca tahkir çabası içinde olacağına, başını kaldırıp, İslam Peygamberinin (asm) “Veda Hutbesi”ne bir göz atsaydı, 1948 tarihli “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne temel teşkil eden, muhteşem bir insan hakları belgesi görmekte hiç zorlanmayacaktı.
“Birisinin hatasıyla başkası sorumlu olmaz” anlamındaki Kur’an ayeti, çağdaş İslam düşünürü Said Nursi öğretisinde, can ve mal güvenliğini her şeyin üstünde tutan, korunması ve uyulması zorunlu bir ilke olarak öne çıkarılır. Kurduğu “iman ekolü”nün bilgi kaynağını teşkil eden Nur Risalelerinde, “asayişin muhafazası”nı, uyulması gereken “müsbet hareket” olarak tanımlamıştır. Nursi, Müslümanın terör yapması bir tarafa, kamu düzenini ve güvenliğini bozucu en küçük şiddet ve hak ihlalini dahi, “menfi hareket” olarak görmüş ve kesinlikle dışlamıştır. Hak ve hukuk saygısı yüklü bu düşüncelerini, elli dile çevrilmiş eserlerinde sadece yazmakla kalmamış, yetiştirdiği milyonlarca talebesi ile hayata geçirmiştir. Ona göre, “Hakikî bir Müslüman, samimî bir mü'min hiçbir zaman anarşiye ve bozgunculuğa taraftar olmaz. Dinin şiddetle menettiği şey, fitne ve anarşidir. Çünkü, anarşi hiçbir hak tanımaz. İnsanlık seciyelerini ve medeniyet eserlerini canavar hayvanlar seciyesine çevirir.”
Bu açıklamalar gösteriyor ki, Batı’nın, her alanda olduğu gibi, insani değer ve haklara öncelik veren İslamiyet’i tasfiye veya pasifize etmeye değil; devasa büyüyen insani ve sosyal sorunlarını çözmek için, Said Nursi’nin ifadesiyle “doğru İslamiyeti” tanımaya şiddetle ihtiyacı vardır. Paris’teki son terör olayı, eski ABD Başkanlarından Carter’in dediği gibi, İnşallah gerçek “İslam’ın tanınmasına” vesile olacaktır.
Temel haklar, bütün insanlığın ihtiyacını duyduğu evrensel değerlerdir. Fakat Batı bu değerleri, sadece kendisi için gerekli ve yeterli görüyor. Bu ilkelerin bütün insanlık için gerekli olduğunu kabul ve teslim edemediği için, yakasını, emperyal politikaların tasallutundan bir türlü kurtaramıyor. Son altmış seneden bu yana kendi coğrafyasından uzaklaştırabildiği savaş ve çatışmaları, başka coğrafyalara taşıyarak, insan hakları ihlalinin en şiddetlisini kendisi yapıyor.
Batı dünyası, terörün tehdidini, bugüne kadar “İslami” etiket takarak savuşturmaya çalıştı ama artık inandırıcı olamıyor. İnsanlar, Batı’nın, adaletsizce sadece kendisine layık gördüğü hak ve hürriyetlerden paylarını ve doğal kaynaklarından da haklarını istiyorlar. Terör, İslam’dan kaynaklanmıyor; sömürgeci politikaların sefaletinden ve asabiyetinden kaynaklanıyor. Batı, bu gerçeği kendisi de biliyor, fakat saklamayı tercih ediyor. Terörün bir sebebi de, sefaletin beslediği öfkedir. Bakınız, dünyadaki gelir eşitsizliğinin tehlikeli boyutlara vardığını, servete sosyal sorumluluk yükleyerek adaletsizliğin giderilmesi gerektiği söyleyen Fransız ilim adamı Prof. Piketty, bu görüşü sebebiyle Nobel ödülü aldı. Batı’dan beklenen şey, terörü besleyen şartları sürdürmek değil, Nobel verdiği bu görüşün gereğini yapmaktır. Terörün çaresi, sömürerek değil, insanların kimliklerine ve temel haklarına saygı göstererek ve dünyadaki serveti paylaşarak insanca yaşamanın yolunu açmaktan geçiyor.
Terörü besleyen şartlar ortada iken, dünya liderlerini Paris meydanında toplamak, teröre çözümün değil, sadece teröre tepkinin formel bir göstergesidir. Önümüzdeki Şubat ayında Amerika’da yapılacağı söylenen terör zirvesinin yegane gündemi insani boyutu öne çıkaran çözüm arayışı olmalıdır. Batı dünyasının, başka ülkelere bol keseden yaptığı, “güvenlik odaklı değil, insan öncelikli” politika tavsiyesini, biraz da kendisi için düşünmesinin tam vaktidir. Acıyı daha da derinleştirecek güvenlik politikalarına artık ihtiyaç yok. Bu yol, terör sorununu çözmüyor. Terörü yenmek, öncelikle Batı’nın elindedir. Yapılması gereken “İnsaniyet” damarında çalışmaktır. Bu yapıldığında terörün tehdit olmaktan çıktığı müjdesini, birbirimize ve dünyaya verebiliriz. Sayın Obama’nın, Başkanlık seçimlerinde kullandığı “We can” sloganı, terörü tehdit olmaktan çıkarmada da imkansız değil, “yapabiliriz”.