Büyüdükçe yabancılaşıyorum kendime. Dönüşüyor, uzaklaşıyorum çocukluk ruhumdan ve aynileşiyorum herkesle. Diğerleri, bizi kendimizden alıyor ve kendilerine benzetiyorlar. Saflıklarımızı ve hamlıklarımızı da aldıkları oluyor. Ama güvensizliği ve menfaati öğrettiler ya, onun yerini hiçbir şey dolduramıyor.
Başkasını düşünmek o kadar yabancı ki çoğu insana. Nasıl böyle olduk ama anne şefkati ile büyümedik mi, babamız bizi hiç kucaklamadı mı, kardeşlerimiz bizi hiç saymadı mı, arkadaşlarımız bizimle oynamadı mı, okulda ve işte dostluklarımız da mı olmadı? Nasıl olur da dünyanın sadece etrafımızda döndüğünü düşündük kuyrukta, trafikte, selamsızlıkta ve tebessümsüzlükte?
Neden yabancılaştı bedenimiz ruhumuza? Ruh, doğduğumuz köy gibi huzurlu ve temiz kalmalıydı. Şehrin keşmekeşliği, kokuşmuş günahları kirletti havamızı ve suyumuzu. Kendimiz için istediğimizi başkası için de istemeyeceğimiz için büyüdü ruhsal ekonomik uçurumlarımız.
Ötekilik, düşman bellediğimizin ürünü ve benlik ötekiliğin içsel adı. Gayrılığın sınırında şekillenir ben ve o. Sen diyebilmek kendine ve muhatap olmak elercesine tortuları, ta duruluğu bulmak ve devam ettirmek için.
Bu yüzden tanıyamıyorum artık kendimi ve direksiyonu elimde olan bedenimi. Ruhum ise gölgesinde tecrübelerimin. Oysa ne güzel olurdu, imtihanımızda birbirimizin imtihanı yerine, doğru cevabı olmak.
Kestiremiyorum doğrusu gideceğim yolu ve gittiğim mesafeyi ama soluk almak için göğe baktığımda hissediyorum ruhumun acizliğini ve henüz nefes aldığını.