Teşahhus ve Karekteroloji

Himmet UÇ

Canlıların her birine bağımsız bir ruhsal düzen ve fiziksel yapı kazandırmak, onları karakterize etmek Allah’ın beşer aklının almayacağı bir büyük icraatı. Bediüzzaman’ın görevi Allah’ı anlamak ve anlatmak olduğuna göre bu konuyu çok etraflı olarak izah ediyor. Toplumumuz ki Müslüman toplumumuz bir Allah kelimesinin ötesine geçmeyen bir Allah tanıma şekline sahip. Binbir isminin görüntüleri, hele güzel isimleri olan Esmaül Hüsna’nın evrene ve kainata, insana yansımaları çok insanın hatta neredeyse pek az insanı ilgilendiren bir büyük keyfiyet. Leked hakkelkavle ala ekserihim.

Edebiyatımızda Allah konusunda rahmetli Hocam Kaya Bilgegil’in “Abdülhak Hamit ve Allah” diye uzun bir makalesi var. Onu Abdülhak Hamid’i anlatırken istemiştim Erdoğan Hoca’dan gönderdi ama bana ulaşmadı, ne oldu bilmiyorum? Bir büyük edibin ve bir büyük hocanın elinden Allah’ı anlatmak inan buna bile karşılar ki o bölüme geldiği halde yok edildi. Sen halimizi anla.

Bir de altı büyük isim olan Esmai-i Sitte bahsi var ki Bediüzzaman bu konuya büyük bir önem arzetmiş ve Lemalar isimli eserinin sonunda bunları -Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddüs- etraflıca anlatmış. Binbir isim, güzel isimler ve altı büyük isim bak Bediüzzaman’a Allah’ın anlatmak için başlı başına bir tema ve bahis açmış. Bir okyanusu bir kaşık suda boğmaya çalışan kurtlar! Ölünce anlarsınız tanımadığınız Allah’ın azametini. Kur’an ve Allah, ikisi de tanınmadan bir çırpıda bilinen iki önemli isim ve tema.

Bir kuşumuz var, küçük bir kafesi var, bir serçe kadar. Allah’ım ona nasıl bir kişilik yüklemiş, küçüklüğüne bakıp ben neyim demiyor, siz sınırlarını aştığında o küçük canlı sizi ısırıyor, size bağrıyor, “haddini bil bana verilen sınırları aşma” diyor. Ona yüklenen kişilik bir insanın kişiliği gibi, onu düşün o küçücük varlığa nasıl bir bağımsız karakter yüklediğini anla. Ya hareketliliği? Yediği sanki de yok ama hiç durmuyor, kainatın en büyük kanunu hareket. Ümitsiz değil, “beni hapsetmeyin” diye çıkışmıyor, dışarı çıkıp uçuyor, yeri geldiğinde yerine konuyor ama yine size karşı tavrı değişmiyor. Onun gibi kainatta milyarca canlı var hepsi birbirinden bağımsız. Bu kadar büyük bir ihata insanın sadece seyredip düşünmesi ötesi sonu gelmez sorular, işaretler. Zaten insan düşünmek, bakmak, görmek ve değerlendirmek için yapılmış, öyle çok şeyimiz yok.

Hamid;
“Allah derim gider zevalim
Allah derim gelir mecalim” demiş.

Bu cümleyi Kırkıncı Hoca zaman zaman tekrar ederdi. O bütün değerli şeylerde kaybolurdu. Hiç azametini göstermeden sıradan bir insan gibi görünür, debdebe bilmez, garip bir sadelik içinde yaşardı. Küçüktüm lise yıllarım birlikte kahvaltı ederdik, Erzurum’un Loru, bir de çay. Pantol dizleri yamalı ben meslerini zaman zaman tamire götürmüşümdür. Bir zevat-ı azamdı, peygamber ve arkadaşları gibi yaşadı gitti. Hz. Ömer’in bir arkadaşı ona gelir, Cenabı Ömer yemek denmez basit şeyler yemektedir. Arkadaşını davet eder, o da “Ya Ömer sen ye Hanım güzel şeyler yapmış ben eve gideceğim” der. Hz. Ömer dayanamaz ben kimim? der. “Sen Cenab-ı Ömer’sin” diye cevap verir. “Ben istesem bir mükellef sofrada her şey yiyebilir miyim?” “Evet Efendim.” Hz. Ömer (ra) “Ben Hz. Peygamber (asm) ve Ebubekir’den sadelik öğrendim, basit şeylerle iktifa etmek, ben onların vadi-i pür ahenginden, ahval-i sadegisinden çıkamam bana yasak, ben onlar gibi yaşar onlar gibi ölürüm” der. Ruhunu teslim etmek üzeredir, sorar “bana kim suikast yaptı? Bir Müslüman mı bir dinsiz mi?” “Dinsiz” derler. Sevinir, kendini bir Müslümanın öldürmesini Allah’ın dinine yakıştırmaz.

Karakter oluşturmak edebiyatın, roman sanatının da en önemli damarı. Büyük romancılar kalabalık kadrolar meydana getirmişler. Ben Yakup Kadri üzerine üç kitap yazdım, onun romanlarında otuzu geçmez bir kadrosu vardır. Mehmet Celal ondan daha az, bu garibana yıllarımı verdim. 1912’de ölmüş, üç bin sayfa Osmanlıca metin okuyup hikaye ve romanlarını eleştirdim, kitabım otuz tane kalmış alıp koltuğumda sınıfa gidiyorum, öğrencilerin önüne koyup A4 kağıtlarına okuduğunuz yerleri özetleyin diyorum. Üç saatte yarım sayfa yazı. Hayret edersin o kadar isteksiz bir nesil ki Allah sonunu hayır etsin.

Aşk imiş alemde her ne var
İlim bir kıl ü kal imiş ancak.

Dünya romanının devi Tolstoy, Savaş ve Barış‘ta 500 sahsı anlatmış. Dile kolay 500 kişiyi ne zaman nasıl hareket edeceklerini bilerek idare etmek bu yüzden dünyanın en büyük romancısı dense yeridir. Deha bir büyük deha. Tefsir geleneği içinde Bediüzzaman da tipler ve karakterler üretmiş. Allah’ı anlamakta, ahireti anlamakta zorlanan tipleri sorgulaya sorgulaya itikadın büyük kurtuluş alanına taşır. Ayet’ül Kübra ve Haşir kitaplarında iki büyük karakteri vardır. Biri kainattan Halıkını soran bir Seyyah, diğeri de Haşir’deki kabulde zorlanan kişidir. Eserlerindeki tipoloji ve karakteroloji bir büyük kitap olur. Cenab-ı Mevlana‘da eserlerinde tipler ve karakterler anlatmış. Bediüzzaman ile onun karakter üretimi farklı. Mukayese etmek istemem. Ama bunları çözümleyen üdeba yok, bizim üdeba hocalar, deniz kenarında beş taş oynuyor, büyük nefesler, büyük gayretler yok, fiyakaları bozulur. Medarı maişet motoru edebiyat “paranı al yan gel yat.” Edebiyatı sevme arabanı sev, sen ölürsen arabanla kabre götürürler!

Tolstoy, Zola Stendhal, Gongour Kardeşler daha neler neler… Bizim de Bediüzzaman’ımız var, okuyan kazanır, hele bir bak tadına görürsün. Adamdan o kadar korkuyorlar ki sofu Mirza’nın oğlundan, bir kalem bir kağıtla dünyaya anlatmış Allah’ın dinini.

Yunus; “Seni sevmek benim dinim imanım, ilahi din imandan ayırma” demiş.

Ve in min şey in illa indena hazainühü ve mannezzilühü illa bir kaderin malum” âyetinin bir nüktesi ve bir İsm-i Âzam veyahut İsm-i Âzamın altı nurundan bir nuru olan Adl isminin bir cilvesi, Birinci Nükte gibi, Eskişehir Hapishanesinde uzaktan uzağa göründü. Onu yakınlaştırmak için yine temsil yoluyla deriz: 

Şu kâinat öyle bir saraydır ki, o sarayda mütemadiyen tahrip ve tamir içinde çalkanan bir şehir var. Ve o şehirde her vakit harp ve hicret içinde kaynayan bir memleket var. Ve o memlekette her zaman mevt ve hayat içinde yuvarlanan bir âlem var. Halbuki, o sarayda, o şehirde, o memlekette, o âlemde o derece hayret-engiz bir muvazene, bir mizan, bir tevzin hükmediyor; bilbedâhe ispat eder ki, bu hadsiz mevcudatta olan hadsiz tahavvülât ve vâridat ve masarif, herbir anda umum kâinatı görür, nazar-ı teftişinden geçirir birtek Zâtın mizanıyla ölçülür, tartılır. Yoksa, balıklardan bir balık, bin yumurtacıkla ve nebâtattan haşhaş gibi bir çiçek, yirmi bin tohumla ve sel gibi akan unsurların, inkılâpların hücumuyla, şiddetle muvazeneyi bozmaya çalışan ve istilâ etmek isteyen esbab başıboş olsalardı veyahut maksatsız, serseri tesadüf ve mizansız, kör kuvvete ve şuursuz, zulmetli tabiata havale edilseydi, o muvazene-i eşya ve muvazene-i kâinat öyle bozulacaktı ki, bir senede, belki bir günde hercümerc olurdu. Yani, deniz karma karışık şeylerle dolacaktı, taaffün edecekti. Hava gazât-ı muzırra ile zehirlenecekti. Zemin ise bir mezbele, bir mezbaha, bir bataklığa dönecekti. Dünya boğulacaktı. 

İşte, cesed-i hayvânînin hüceyrâtından ve kandaki küreyvât-ı hamrâ ve beyzâdan ve zerrâtın tahavvülâtından ve cihazat-ı bedeniyenin tenasübünden tut, tâ denizlerin vâridat ve masarifine, tâ zemin altındaki çeşmelerin gelir ve sarfiyatlarına, tâ hayvânat ve nebâtâtın tevellüdat ve vefiyatlarına, tâ güz ve baharın tahribat ve tamiratlarına, tâ unsurların ve yıldızların hidemat ve harekâtlarına, tâ mevt ve hayatın, ziya ve zulmetin ve hararet ve burudetin değişmelerine ve döğüşmelerine ve çarpışmalarına kadar, o derece hassas bir mizanla ve o kadar ince bir ölçüyle tanzim edilir ve tartılır ki, akl-ı beşer hiçbir yerde hakikî olarak hiçbir israf, hiçbir abes görmediği gibi, hikmet-i insaniye dahi herşeyde en mükemmel bir intizam, en güzel bir mevzuniyet görüyor ve gösteriyor.

Belki, hikmet-i insaniye, o intizam ve mevzuniyetin bir tezahürüdür, bir tercümanıdır. 
İşte, gel, Güneş ile muhtelif on iki seyyarenin muvazenelerine bak. Acaba bu muvazene, güneş gibi, Adl ve Kadîr olan Zât-ı Zülcelâli göstermiyor mu? Ve bilhassa, seyyarattan olan gemimiz, yani küre-i arz, bir senede yirmi dört bin senelikâyetinin bir nüktesi ve bir İsm-i Âzam veyahut İsm-i Âzamın altı nurundan bir nuru olan Adl isminin bir cilvesi, Birinci Nükte gibi, Eskişehir Hapishanesinde uzaktan uzağa göründü. Onu yakınlaştırmak için yine temsil yoluyla deriz: 

Şu kâinat öyle bir saraydır ki, o sarayda mütemadiyen tahrip ve tamir içinde çalkanan bir şehir var. Ve o şehirde her vakit harp ve hicret içinde kaynayan bir memleket var. Ve o memlekette her zaman mevt ve hayat içinde yuvarlanan bir âlem var. 

Halbuki, o sarayda, o şehirde, o memlekette, o âlemde o derece hayret-engiz bir muvazene, bir mizan, bir tevzin hükmediyor; bilbedâhe ispat eder ki, bu hadsiz mevcudatta olan hadsiz tahavvülât ve vâridat ve masarif, herbir anda umum kâinatı görür, nazar-ı teftişinden geçirir birtek Zâtın mizanıyla ölçülür, tartılır. Yoksa, balıklardan bir balık, bin yumurtacıkla ve nebâtattan haşhaş gibi bir çiçek, yirmi bin tohumla ve sel gibi akan unsurların, inkılâpların hücumuyla, şiddetle muvazeneyi bozmaya çalışan ve istilâ etmek isteyen esbab başıboş olsalardı veyahut maksatsız, serseri tesadüf ve mizansız, kör kuvvete ve şuursuz, zulmetli tabiata havale edilseydi, o muvazene-i eşya ve muvazene-i kâinat öyle bozulacaktı ki, bir senede, belki bir günde hercümerc olurdu. Yani, deniz karma karışık şeylerle dolacaktı, taaffün edecekti. Hava gazât-ı muzırra ile zehirlenecekti. Zemin ise bir mezbele, bir mezbaha, bir bataklığa dönecekti. Dünya boğulacaktı. 

İşte, cesed-i hayvânînin hüceyrâtından ve kandaki küreyvât-ı hamrâ ve beyzâdan ve zerrâtın tahavvülâtından ve cihazat-ı bedeniyenin tenasübünden tut, tâ denizlerin vâridat ve masarifine, tâ zemin altındaki çeşmelerin gelir ve sarfiyatlarına, tâ hayvânat ve nebâtâtın tevellüdat ve vefiyatlarına, tâ güz ve baharın tahribat ve tamiratlarına, tâ unsurların ve yıldızların hidemat ve harekâtlarına, tâ mevt ve hayatın, ziya ve zulmetin ve hararet ve burudetin değişmelerine ve döğüşmelerine ve çarpışmalarına kadar, o derece hassas bir mizanla ve o kadar ince bir ölçüyle tanzim edilir ve tartılır ki, akl-ı beşer hiçbir yerde hakikî olarak hiçbir israf, hiçbir abes görmediği gibi, hikmet-i insaniye dahi herşeyde en mükemmel bir intizam, en güzel bir mevzuniyet görüyor ve gösteriyor. Belki, hikmet-i insaniye, o intizam ve mevzuniyetin bir tezahürüdür, bir tercümanıdır. 
İşte, gel, Güneş ile muhtelif on iki seyyarenin muvazenelerine bak. Acaba bu muvazene, güneş gibi, Adl ve Kadîr olan Zât-ı Zülcelâli göstermiyor mu?”

Bu büyük bahis bir hapishanede ve mübarek bir ayda büyük zulüm içinde yazara uzaktan uzağa görünmüş, onu yakınlaştırmak için konuşur. Büyük eserler büyük zulümlerde doğmuş. Kemal Tahir hapishanede yazmış. Necip Fazıl, Zindandan Mehmede Mektuplar yazmış. Nazım zindandan Piraye’ye mektup yazmış. Yazayım mı Nazım’ı bizimkiler kızmasın! Vazgeçtim Ağa Camii şiirini yazacağım

Havsalam almıyordu bu hazin hali önce 
Ah, ey zavallı cami, seni böyle görünce 

Dertli bir çocuk gibi imanıma bağlandım; 
Allah'ımın ismini daha çok candan andım. 

Ne kadar yabancısın böyle sokaklarda sen! 
Böyle sokaklarda ki, anası can verirken, 

Işıklı kahvelerde kendi öz evladı var... 
Böyle sokaklarda ki, çamurlu kaldırımlar, 

En kirlenmiş bayrağın taşıyor gölgesini,

Üstünde orospular yükseltiyor sesini. 

Burda bütün gözleri bir siyah el bağlıyor, 
Yalnız senin göğsünde büyük ruhun ağlıyor. 

Kendi elemim gibi anlıyorum ben bunu, 
Anlıyorum bu yerde azap çeken ruhunu 

Bu imansız muhitte öyle yalnızsın ki sen 
Bir teselli bulurdun ruhumu görebilsen! 

Ey bu caminin ruhu: Bize mucize göster 
Mukaddes huzurunda el bağlamayan bu yer 

Bir gün harap olmazsa Türkün kılıç kınıyla, 
Baştan başa tutuşsun göklerin yangınıyla!

İşte Bediüzzaman. Kastamonu’da yolda yürürken yazdığı parçalar elinden alınır yırtılır,  zulme bak. O da sonra yazdıklarını ağaç koğuklarına saklar ve talebelerine “gidin toplayın, getirin” der. Dünyanın en büyük tevhid risalesidir, o metin. Nasrettin hocaya derler ki “hocam köye bir adam geldi sorular soruyor bilmiyoruz.” Hoca yanına gider. Hocam dünyanın merkezi neresi” diye sorar. Hoca “eşeğimin ayağını bastığı yer, inanmasan ölç de gör” der. “Hocam semada ne kadar yıldız var?” “Eşeğimin kılları kadar.” “Olur mu hocam?” “İnanmasan say da gör.” Şimdi Ayet’ül Kübra inanmasan mukayeseli oku da gör.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (6)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.