“Evet, çünkü, kâinatta vahid-i ehad’den başka hiçbir müessir bulunmadığına en zahir delil budur ki;
-kâinatın en eşrefi ve tasarruf ve ihtiyarca sebeplerin en genişi insandır.
Bununla beraber, beşerin ihtiyari fiillerinin en zahirleri olan yemek, konuşmak gibi tasarruflarının yüz cüz’den ancak bir cüz’ü meşkûku insanın elindedir.
İşte vakta ki, en eşref ve en geniş ihtiyar sahibi olan insan, böyle te’sirden eli bağlı bulunsa,
Acaba sair camid ve ölü sebepler nasıl olur?”
MESNEVİ-İ NURİYE
Mütercim
Abdülkadir BADILLI
Katre,1.Bab, Sayfa 102
Bu konu kalpten ziyade akla bakar.
Ancak kalbin kumandanlığını kabul etmeyen bir akılla bu konuyu anlamak hiç mümkün değildir.
ŞÖYLE Kİ;
“Esbabın tesiri hakikisi yoktur” demek ile “zahiren tesiri vardır” demek aynı şeydir.
Yani her ikisinin manası da “sebeplerin zerre kadar tesiri olmadığını” anlatmak içindir.
Zaten her işe besmele ile başlamak dahi her şeyi doğrudan Allah’a bağlamak ve sebepleri ve enaniyeti aradan çıkarmak demektir.
Yoksa hem her işe başlarken “bismillah” deyip, arkasından da sebeplere yüzde bir, binde bir tesir vermek şeriksiz bir inançla ve huzurî bir imanla bağdaşmaz.
Sonuçların meydana gelmesi noktasında temas başka tesir ise bambaşkadır.
Temas eşyaya, tesir ise Allah’a aittir. Yanlış anlaşılmasın, “teması sağlayan da tesiri yapan da Sani-i Hakikidir.
Yani, kâinatta zahiren sebep ve sonucun bitişik gözükmesini temas ile ifade ederken aslında Risale-i Nur diliyle de “iktiranı” tanımlamış oluyoruz.
Yani Sani-i Hakiki hem sebebe hem de sonuca birlikte tesir ediyor.
Yoksa zannedildiği ya da yanlış tevehhüm edildiği gibi “Allah sebebi yaratıyor, sebep de sonuca tesir ediyor,” değildir.
Hatta yüzde bir ya da binde bir, milyonda bir dahi tesir ediyor, değildir.
Zira, sebeplerin ne kadar tesiri var dersen o oranda şirkte olmak ihtimali vardır.
O sebeple kâmil bir iman için, “esbabın hiçbir tesiri yok” demek ve böylece inanmak gerekir.
Kâinatta zahiren en kudretli ve iktidar sahibi gözüken insanoğlunun dahi cüz’i irade ve ihtiyarından başka hadiselerin meydana gelmesinde ve sonuçların oluşmasında hiçbir tesiri yoktur. Yani, insan sadece tercih eder, Hâlık-ı Külli Şey ise, yaratır. İnsanda dahi bu anlamda -tercihi ve ihtiyarı dışında- bir iktidarı ve tesiri olmadığı halde “ilimsiz, iradesiz, kudretsiz, hikmetsiz, kör bir esbabta” nasıl tesir olabilir?
Sebep ile sonuç arasında maddeten/fiziken bitişiklik ve zamansal olarak yakınlık olmasına iktiran dediğimiz gibi, sebep ve sonuç arasında manen çok uzun aralıklar bulunmasına ise, manevî mesafe diyoruz.
Yani, ilim, irade, kudret, hikmet ve kabiliyet sahibi olmayan bir sebebin böyle hikmetli bir sonucu meydana getirebilmesinin imkânsızlığını manevî mesafe ile ifade ediyoruz.
Ancak sebebe ve sonuca hakiki tesir edenin Sani-i Hakiki olduğunu söylediğimizde ise, bu manevî mesafe ortadan kalkıyor. Çünkü Cenâb-ı Hak, ilmiyle, iradesiyle, kudretiyle ve bütün isimleriyle zamandan ve mekândan kayıtsız olarak her zaman ve her yerdedir.
O nedenle, herşeye kesintisiz olarak “ilmiyle, iradesiyle, kudretiyle, bütün esma ve sıfatlarıyla, şuunatıyla ve rububiyetiyle tesir eder, idare eder ve terbiye eder.
Bunun dışında, Sani-i Hakikinin –gerçek- san’atı ile insanın –zahiri- san’atı arasında da sonsuz fark vardır.
Zira Saniin san’atı canlı, insanın san’atı ise cansızdır.
O nedenle de “İki san’at arasında kıyas yapılamaz” ancak vahidi kıyasî yapılabilir.
Yani itibarî olandan hakikata intikal etmek için surî bir kıyas yapılabilir.
Tıpkı enenin varlığının vehmi olması, ama hakikata intikal edebilmek içinde zorunlu bir vasıta olması gibi.
Sani-i Hakikinin bütün esma ve sıfatları zatîdir, sonsuzdur, zıddı yoktur.
İnsanda ise, her şey sonlu olup sadece sonsuz olanı anlamak için verilmiştir.
İnsanın nankörlüğü ise, kendisindeki enenin, sıfatların ve kabiliyetlerin verildiğini unutup ya da ihsan edildiğini red edip bizzat sahiplenmeye kalkmasındandır.
Hâlıkı Külli Şey’in ne zatında ne rububiyetinde ne mülkiyetinde/malikiyetinde ne sıfatında ne esmasında ne fiiliyatında ne de eserinde şeriki/ortağı, şebihi/benzeri yoktur.
Biz insanlar zahiren her şeyi bizzat yaptığımızı ve kullandığımızı zannederiz.
Oysa sadece tercihimiz ve cüz’î kesbimiz söz konusudur.
Yoksa kul fiilinin hâlıkı değildir.
Bilâkis Cenâb-ı Hak her şeyin hem mülkiyetine hem de zilyetliğine/fiilî kullanımına bizzat sahiptir. Biz bunun farkına vardığımız nisbette kulluğumuz kalite ve keyfiyet kazandığı gibi bundan gaflet ettiğimiz nisbette de şirke ve isyana düşeriz.
İnsan esbapla/sebeplerle ya da sonuç ve eserlerle fiilen temasta ve mübaşerette olduğu için zahiren eserinin arkasında hemen -kolayca- görülebilir ve eser ona mal edilir.
Ancak Sani-i Hakikinin ise, eşyayı ve bütün kainatı yaratması,idaresi mübaşeretsiz/dokunmasızdır.
Zira, eserden Cenâb-ı Hakk’a intikal etmek için arada yetmişbin zulmanî ve nuranî perdeler söz konusudur. Bu 70 bin gölgeden zulmanî perdeleri aşıp nuranî perdelere kadar sülûk edebilmek için -hayalimizi bir tuzak olarak kullanıp- dünyayı hatta kâinatı bir bahçe şeklinde tahayyül edip vahidiyet ve celâliyet boyutuyla ihatalı bir tefekkürde bulunmak gerekir.
Kâinatı vahidiyet boyutuyla ihata edebilmek kul için neredeyse imkânsız olduğu için Sani-i Rahîm rahmeti gereği Ehadiyet tecellisiyle dikkatlerimizi ferde ve cemale döndürür.
Çünkü ferdde kâinatın bir özü ve özeti olmakla kâinatın tamamı hakkında bize -sağlıklı- bilgi ve fikir verir.
Bu sebeple Risale-i Nurlarda kulun “enfüsîde/kendini tanımada derunî ve tafsilatlı tefekkür etmesi öğütlenirken,
âfâkı/kâinatı tefekkürde ise, sathî ve icmali tefekkür etmesi tavsiye edilmiştir.
Çünkü kâinattaki celâliyet ve vâhidiyet tecellîsi içinde insanın –zahiren güçlü sebepler içinde - boğulup içinden çıkamama durumu söz konusu iken, enfüste ferdde ve cemalde kâinatın bir özetini/fihristini keşfedip hâlıkı kâinata intikâl için ehadiyet sırrıyle kısa -ve selâmetli- bir yol bulmak mümkündür.
Celâl ve İzzet, hakikatte sebeplerin tesirini kesinlikle kabul etmediği gibi, hikmet dahi Sani-i Hakikiye karşı esasta perde olmak değil ayna olmak ister.
Zahiren necis ve adaletsiz gibi zan edilen durumlar -elbette- bunun dışında olup perde olma fonksiyonu ön plana çıkar.
Hülâsa, sebeplere tesir vermek, tabiata istiklaliyet vermek demektir ki,
Bu da şirkin bizzat kendisidir.
Sebeplere trilyonda kaç tesir verilirse o oranda şirke düşülmüş olur, Allah muhafaza.
O zaman şu cümleyle konumuza son noktayı koyalım:
“İnsanın dahi tesiri yok sadece tercihi varsa;
iradesi ve tercihi dahi olmayan esbabın nasıl tesiri olur?”