Yine, “hürmetine istemek” ve “falan kulunun hürmetine” demek de bir tevessüldür…
Tevessül, Ehl-i sünnet itikadında caizdir; vacip değildir. Yani kişi dilerse tevessül eder, dilerse tevessül etmeksizin doğrudan Allah’tan ister… Tevessül, Ehl-i sünnet itikadında caiz iken, bir kısım Ehl-i sünnet muhalifleri tevessülü inkâr etmekte ve tevessül edeni şirke düşmekle itham etmektedirler. Yani onlara göre, bütün Ehl-i sünnet mensupları, avamından müçtehitlerine kadar hepsi şirke düşmüştür, yani müşriktir.
Şimdi ilk önce, tevessülü şirk kabul eden ve Ehl-i sünnetin dairesinden çıkan bu kişilerin tevessül hakkındaki sözlerine bakalım:
- Allah’a tövbe için kulu araya sokmak tam da Hristiyanlaşmadır.
- İnsanın Allah ile arasına aracılar koymamasıdır ihlas. Hiç kimseyi, Peygamberi bile? Peygamberi de!..
- “Falancanın yüzü suyu hürmetine,..” diyene sormak lazım: Onun garib olduğu hakkında şüphen mi var?..
* * *
- İnsanları, Allah’la kendi arana koymak şirk ve en büyük günahtır.
* * *
- Vesile, birini aracı koymak efendim. Allah’la kendi arasına aracı koyuyor efendim. Vesilenin yol olduğunu bilmiyor.
- Halka öyle anlatıyorlar. Hocalarla ben münakaşa ettim bunu. Vesiledir, aracı koyacaksın diyor. Sen Muhittin-i Arabi’yi aracı yapacaksın, Gavs-ı Azamı aracı yapacaksın, diyor.
* * *
- Şimdi Müslümanlar kendileriyle Allah arasına Peygamberi koyuyorlar. Yani, aracılığı kaldırsın diye görevlendirilmiş bir Peygamber araç ediniliyor, aracı ediniliyor. Bu, korkunç bir çürümüşlüğün ifadesidir...
* * *
İşte böyle diyorlar ve bu kişiler tevessülü şirk kabul etmektedirler. Bizler bu derste, tevessülün caiz olduğunu, hiçbir kör nokta kalmaksızın kati bir şekilde ispat edeceğiz. Amacımız, Ehl-i sünnet itikadını bozmaya çalışan bu kişilerin şerlerinden Ümmet-i Muhammed’i muhafaza etmektir. Başka hiçbir gayemiz yoktur...
Şu noktaya da dikkat çekelim: Bizlerin, hiç kimsenin şahsıyla bir mücadelesi yoktur. Bizim mücadelemiz, fikirlerledir. Ancak fikir sahiplerini de ifşa ediyoruz ki, şu anlasın: Kur’an bir vadide, bunlar ise başka bir vadidedir. Bunların, Kur’an’ı anlamada hiçbir nasipleri yoktur… Bu anlaşılırsa, onların peşinden koşanlar da belki Ehl-i sünnet çizgisine gelir ve büyük bir zarardan kurtulurlar.
Sözü daha fazla uzatmayalım ve hemen tevessülün caiz olduğuna dair Kur’an’dan delillerimize geçelim. İnayet ve tevfik Allah’tandır.
TEVESSÜL HAKKINDAKİ KUR’AN’DAN DELİLLER
BİRİNCİ DELİL
Birinci Kur’an delilimiz, Yusuf suresinin 97. ayet-i kerimesinde, Yakup (as)’ın evlatları şöyle der:
يَا أَبَانَا “Ey babacığımız” اسْتَغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا “bizim günahlarımız için af dile” إِنَّا كُنَّا خَاطِئِينَ “şüphesiz biz günah işlemiştik…”
Onların bu isteğine karşı Yakup (as) da şöyle der:
سَوْفَ أَسْتَغْفِرُ لَكُمْ رَبِّي “Ben sizler için Rabbimden af dileyeceğim. Şüphesiz Rabbim, gafurdur ve rahimdir…”
Şimdi, bu ayet-i kerimeler üzerinde biraz tahlil yapalım ve tevessülü inkâr edenlere bazı sorular soralım...
Birinci sorumuz şu: Yakup (as)’ın evlatları babalarına gelerek: “Ey babacığımız, bizim günahlarımız için af dile.” demiştir. Bu bir tevessül değil midir?.. Bu, bal gibi tevessüldür… Zira tevessül, kişinin, Allah’ın affına ya da farklı bir arzusuna ulaşabilmesi için, kendi ile Allah’ın arasına, salih bir kulu koymasıdır. Yakup (as)’ın evlatları da Allah’ın affına mazhar olabilmek için babalarına tevessül etmişler ve Allah ile aralarına Hz. Yakub’u koymuşlardır. Bu apaçık bir tevessüldür…
Şimdi tevessülü inkâr edenlere şu soruyu soruyoruz:
- Siz tevessüle şirk diyorsunuz, acaba Yakup (as)’ın evlatları, şirk ile tevhidin arasını ayırt edemeyecek kadar cahil miydiler? Yani bir ömür boyu Yakup (as)’ın rahlesinde tevhid dersini almalarına rağmen, tevessülün caiz olmadığını öğrenememişler miydi? Onlar bilmiyor da siz mi biliyorsunuz?..
Şunu da hemen hatırlatalım: İtikat esasları bütün peygamberler için aynıdır. Farklılık, sadece amele bakan yöndedir. Yani itikaden onlara caiz olan bir şey, bize de caizdir. Madem onlar babalarına tevessül etmişler, o halde tevessülün caiz olması gerekir. Tevessül onlara caizse, bize de caizdir…
İkinci sorumuz şu: Haydi diyelim ki, Yakup (as)’ın evlatları tevessülün caiz olmadığını bilmiyorlardı ve babalarına tevessül ettiler. Peki ama, bu durumda Yakup (as)’ın onları men etmesi ve “Evlatlarım, tevessül şirktir, Allah ile aranıza beni sokmayın, direkt Allah’tan kendiniz isteyin.” demesi gerekmez miydi? Öyle ya eğer tevessül caiz olmasaydı, Yakup (as)’ın onları uyarması gerekirdi. Ama ayette uyarmamış. Bırakın uyarmayı, “Sizin için Rabbimden af dileyeceğim.” diyerek, evlatlarının tevessülünü kabul etmiştir.
Acaba Yakup (as) gibi bir peygamber, sizler kadar tevhidi anlayamadı mı? Tevessül şirk idi de Yakup (as) bunu bilmiyor muydu? Bir peygamberin neyin şirk, neyin iman olduğunu bilmemesi mümkün müdür?..
Şimdi önünüzde iki yol var, dilediğinizi seçin…
Birinci yolunuz, tevessülün şirk olduğunda ısrar etmektir. Eğer bu yola süluk ederseniz, Yakup (as)’ın ve evlatlarının müşrik olduğunu kabul etmek zorunda kalırsınız. Çünkü evlatları Yakup (as)’a tevessül etmiş ve Yakup (as) da bu tevessülü kabul etmiştir. Bunda zerre miskal şüphe yoktur. Eğer tevessül şirk ise; Allah’ın peygamberi, evlatlarıyla beraber şirke düşmüştür... Bu ihtimali mi kabul edeceksiniz. İmandan azıcık nasibi olan, bu ihtimali kabul edebilir mi?..
Eğer bu ihtimali kabul edemiyorsanız -ki insansanız kabul edemezsiniz- o halde İkinci yola süluk etmelisiniz ki, o da, tevessülün caiz olduğudur...
İşte size iki yol. Bizler Ehl-i sünnet mensupları olarak ikinci yoldan gidiyoruz; tevessülü caiz biliyor ve Allah’ın peygamberini ve evlatlarını şirkten tenzih ediyoruz. Artık siz ne isterseniz onu yapın, yeter ki bu ümmetin evlatlarının itikadını bozmayın...
Daha söyleyecek çok sözümüz ve gösterecek çok delilimiz var. Birinci delilimizi burada sonlandıralım ve şimdi Kur’an’dan İkinci delilimize geçelim…
İKİNCİ DELİL
Tevessülün caiz olduğuna dair göstereceğimiz İkinci Kur'an delili, Nisa suresinin 64. ayet-i kerimesidir. Bu ayet-i kerimede şöyle buyrulur:
وَلَوْ أَنَّهُمْ إِذ ظَلَمُوا أَنْفُسَهُمْ “Onlar nefislerine zulmettiklerinde, yani günah işlediklerinde” جَآؤُوكَ “sana gelselerdi, Yani Peygamber Efendimiz (asm)'e gelselerdi” فَاسْتَغْفَرُوا اللَّهَ “ve Allah'tan dileselerdi…” وَاسْتَغْفَرَ لَهُمُ الرَّسُولُ “Resul (asm) da onlar için af dileseydi" لَوَجَدُوا اللَّهَ تَوَّابًا رَحِيمًا “Allah'ı Tevvab -yani tövbeleri çokça kabul eden- ve Rahim, yani çok merhametli bulurlardı...”
Manaya bir daha dikkat kesilelim:
"Onlar nefislerine zulmedip günah işlediklerinde sana gelselerdi ve Allah'tan af dileselerdi, Resul (asm) da onlar için Allah'tan af dileseydi, Allah'ı Tevvab ve Rahim bulurlardı."
Şimdi, bu ayet-i kerime üzerinde biraz tahlil yapalım ve tevessülü inkâr edenlere bazı sorular soralım...
Ayet-i kerimenin başında, "Onlar nefislerine zulmettiklerinde, yani günah işlediklerinde sana gelselerdi" buyrulmuş. Bunun manası "sana tevessül etselerdi" değil midir? Tevessül neydi? Tevessül, kişinin, kendi ile Allah arasına, arzusuna ulaşabilmesi için salih bir kulu koymasıydı. Peki, ayette zikredilen kişilerin arzusu ne? Arzuları, Allah'ın kendilerini af etmesi... Bu affa mazhar olabilmeleri için Cenab-ı Hak kaç şart ileri sürüyor? Üç şart ileri sürüyor.
Birinci Şart: Peygamber Efendimize gelmeleri yani O'na tevessül etmeleri...
İkinci Şart: Allah'tan af dilemeleri...
Üçüncü Şart: Peygamberimizin onlar için af dilemesi, yani onların tevessülünü kabul etmesi...
Bakın, bu ayet-i kerime, sadece tevessülün caiz olduğunu beyan etmiyor; bir de tevessülü teşvik ediyor.
Şimdi, tevessülü inkar edenlere sormak istiyorum:
Birinci sorumuz: Siz hiç Nisa suresinin 64. ayet-i kerimesini okumuyor musunuz? "Onlar nefislerine zulmettiklerinde sana gelselerdi." ayetinin manası, "sana tevessül etselerdi" değil midir? Eğer değilse, ne diye Peygamberimize geliyorlar? Kur'an onları Peygamberimize gitmeye ne diye teşvik ediyor?
Tevessül caiz olmasaydı, onların kendi başlarına tövbe etmeleri; af dilemek için Peygamberimize gelmemeleri, ve eğer gelmişlerse, Kur'an'ın onları kınaması gerekmez miydi? Ama Kur'an, onların Peygamberimize gelmelerini değil, gelmemelerini, yani tevessül etmemelerini kınıyor. Bu da tevessülün caiz olduğuna apaçık bir delil değil midir?..
İkinci sorumuz: Ayette geçen "onlar kendilerine zulmettiklerinde sana gelselerdi ve sen de onlar için af dileseydin" ifadesiyle, Peygamber Efendimizin onların tevessülünü kabul etmesi şart koşulmuş. Eğer tevessül caiz olmasaydı, Allah Teala, Peygamberimizin onların tevessülünü kabul etmesini ve onlar için af dilemesini şart koşar mıydı? Yani -hâşâ- Allah Teala, Peygamberimize şirk olan bir amele rıza göstermesini mi emretmiş?
Eğer "Tevessül caiz değildir." derseniz, Allah'ın, Peygamberimize şirke rıza göstermesini, hatta ona ortak olmasını emrettiğini kabul etmek zorunda kalırsınız. Eğer bunu kabul edebiliyorsanız, biz sizinle daha ne konuşalım, insan olmayanla ne konuşulur ki!..
Üçüncü sorumuz da şu: Siz "Tevessül şirktir." diyorsunuz. Şirkin ise cezası, cehennemde ebedi kalmaktır. Halbuki tahlilini yaptığımız ayet-i kerimede, Peygamberimize tevessül etmeleri emredilenler hakkında: "Eğer sana gelselerdi, sen de onlar için af dileseydi, Allah'ı Tevvab, yani tövbeleri çokça kabul eden ve Rahim bulurlardı." buyrulmuş.
Tevessül şirkse, onlar Cenab-ı Hakk'ı nasıl Tevvab ve Rahim buluyorlar?.. Onların, Allah'ı Tevvab ve Rahim bulmaları, Allah'ın onları affedeceği manasındadır. Tevessül şirkse, bu şirki işleyenlere Allah niye Tevvab ve Rahim sıfatlarıyla tecelli ediyor? Diğer şirkleri affetmezken, bu şirke niye teşvik ediyor?..
Yahu aklınız bu kadarda mı çalışmıyor? Sizin Kur'an'dan hiç mi nasibiniz yok ki, apaçık bir şekilde tevessülü teşvik eden bu ayeti görmüyor ve tevessülü inkar ediyorsunuz?
Sizlerin halinize şaşılır...
Burada şu soru akla gelebilir: Kişinin, tevessül etmeksizin tek başına tövbe etmesi caiz iken, niçin bu ayet-i kerimede Peygamber Efendimize tevessül etmeleri şart koşulmuştur?..
Bunun cevabı şudur: Her ne kadar kişinin tek başına af dilemesi tövbe için yeterli olsa da kişi hakkıyla tövbe edemeyeceği için, Peygamberimizin onlar için af dilemesi onların tövbesine katıldığında, tövbeleri kabule daha şayan olacaktır. Bu sebeple onlar, Peygamberimize tevessülle emrolunmuşlardır...
Şimdi ey tevessülü inkar edenler, önünüzde iki yol var, dilediğinizi seçin…
Birinci yolunuz, tevessülün şirk olduğunda hâlâ ısrar edebilirsiniz. Ama bu durumda, Peygamberimize tevessülü emreden bu ayeti Mushaflarınızdan çıkarmanız gerekir. Eğer çıkartmazsanız; ayetin emrine uyarak affedilmeleri için Peygamberimize gelen kimseleri, yani Peygamberimize tevessül edenleri şirke düşmekle itham etmeniz gerekir. Yani Allah'ın emrine uyanlara müşrik demeniz gerekir. Sadece bu da değil. Peygamberimiz de Allah'ın emriyle onların tevessülünü kabul edip Allah'tan onlar için af dilemiştir. Bu durumda -hâşâ, yüz bin defa hâşâ- Peygamberimizi de tevessülü kabul ettiği için şirke ortak olmakla itham etmeniz gerekiyor. O halde size göre, hem sahabeler hem de Peygamberimiz şirk olan bir ameli işliyorlardı ve bu ameli -hâşâ, yüz milyon kere hâşâ- Allah yanlış olarak emretmiştir. Siz hem Allah'ın hem Peygamberin hem de sahabelerin hatasını düzeltiyorsunuz. Ve sizden başka tevhid ehli kimse de yoktur. Eğer bunu kabul edebiliyorsanız, bu yoldan gidin...
İkinci yolunuz ise, tevessülün caiz olduğunu kabul etmektir. Bu yol hem doğru, hem de Kur'an'ın teşvik ettiği bir yoldur. Bizler Ehl-i sünnet itikadının mensupları olarak, elhamdülillah bu yolun yolcusuyuz. Rabbim bizi bu yoldan da ayırmasın; çünkü bu yol, Kur'an'ın yoludur...
Tevessülün caiz olduğuna dair İkinci Kur'an delilimizi de burada tamamlayalım ve şimdi Üçüncü delilimize geçelim...
ÜÇÜNCÜ DELİL
Tevessülün caiz olduğuna dair Üçüncü Kur'an delilinde, Hz. Musa (as)'ın kavminin Hz. Musa'ya yaptıkları birçok tevessülü göstereceğiz. Birazdan da göreceğiniz gibi, kavmi, Hz. Musa'ya birçok hususta tevessül etmiş ve Hz. Musa da bu tevessüllerin tamamını kabul etmiştir. Mesela: Bakara suresinin 61. ayet-i kerimesinin beyanıyla; kavmi, Hz. Musa'ya gelerek,
يَا مُوسَى “Ey Musa." لَنْ نَصْبِرَ عَلَى طَعَامٍ وَاحِدٍ “Biz tek bir taama sabredemeyiz." فَادْعُ لَنَا رَبَّكَ “Rabbine bizim için dua et" يُخْرِجْ لَنَا مِمَّا تُنْبِتُ الأَرْضُ “Bizim için yeryüzünün bitirdiklerinden çıkarsın." demişlerdir.
Gördüğünüz gibi, kavmi, Hz. Musa'ya: فَادْعُ لَنَا رَبَّكَ “Rabbine bizim için dua et." diyerek tevessül etmiştir. Bu bir tevessüldür. Ayette geçen "tek bir taama sabredemeyiz" ifadesiyle de daha önce yaptıkları başka bir tevessüle işaret edilmiştir. Şöyle ki:
Kavmi, Hz. Musa'ya gelerek: "Rabbine dua et, Rabbin bizi rızıklandırsın." dediklerinde, Hz. Musa bu tevessülü kabul ederek kavmi için dua etmiş ve Bakara suresinin 57. ayet-i kerimesindeki وَأَنْزَلْنَا عَلَيْكُمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوَى "Biz size bıldırcın ve kudret helvasını indirmiştik." beyanıyla, onlara gökten bu iki yiyecek indirilmişti. Daha sonra kavmi etten ve tatlıdan bıkınca, tekrar Hz. Musa'ya tevessül ederek: "Rabbine bizim için dua et, bizim için yeryüzünün bitirdiklerinden çıkarsın. Biz tek bir taama, yani bıldırcına ve tatlıya sabredemeyiz." demişlerdi...
Kavminin, Hz. Musa'ya yaptıkları başka bir tevessül de su için Allah'a dua etmesini istemeleridir. Hz. Musa bu tevessülü de kabul etmiştir. Bakara suresinin 60. ayet-i kerimesinde şöyle buyrulur:
وَإِذِ اسْتَسْقَى مُوسَى لِقَوْمِهِ"Bir vakit Musa kavmi için su istemişti." فَقُلْنَا اضْرِب بِعَصَاكَ الْحَجَرَ "Biz de demiştik ki, asan ile taşa vur." فَانْفَجَرَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْناً "Ondan on iki göz pınar fışkırmıştı."
Gördüğünüz gibi, ayetin beyanıyla, Hz. Musa, kavminin su için yaptığı tevessülü kabul ederek Allah'tan su istemiş, Allah Teala da onun duasının bereketiyle suyu onlara ihsan etmiştir...
Kavminin, Hz. Musa'ya yaptıkları başka bir tevessül de güneşten korunmak için Allah'a dua etmesini istemeleridir. Hz. Musa bu tevessülü de kabul etmiş ve duasının bereketiyle, gölge yapacak beyaz bir bulut kavmine gönderilmiştir. Bu, Bakara suresinin 57. ayet-i kerimesinde: وَظَلَّلْنَا عَلَيْكُمُ الْغَمَامَ "Biz beyaz bir bulutu sizin üzerinize gölge yaptık." ayetiyle beyan buyrulmuştur...
Kavminin, Hz. Musa'ya yaptıkları başka başka bir tevessül de Bakara suresinin 67. ayet-i kerimesiyle başlayan kıssada zikredilir. Bir cinayet olayında katilinin bulunması için Hz. Musa'ya tevessül ederler ve birçok hususta Hz. Musa'ya gelerek: ادْعُ لَنَا رَبَّكَ "Bizim için Rabbine dua et..." diyerek Hz. Musa'ya birçok kere tevessül ederler. Hz. Musa da her bir tevessülü kabul ederek kavminin isteğini yerine getirir...
Kavminin, Hz. Musa'ya yaptığı başka tevessüller de vardır. Biz bu kadarıyla yetinelim. Meselemiz, Hz. Musa'nın kavminin, Hz. Musa'ya tevessül etmesidir. Verdiğimiz örnekler meselemizin ispatı için kafidir. Ayrıca dileyenler, kısaca zikrettiğimiz hadiselerin detayı için tefsir kitaplarına müracaat edebilirler...
Şimdi, tevessüle dair beyan ettiğimiz bu ayet-i kerimeler üzerinde biraz tahlil yapalım ve tevessülü inkâr edenlere bazı sorular soralım...
Tevessülü inkar edenlere soracağımız soru şu: Bakara suresinin 61. ayet-i kerimesinde beyan edilen; kavminin, Hz. Musa'ya gelerek:
“Ey Musa, biz tek bir taama sabredemeyiz. Bu sebeple Rabbine bizim için dua et." demeleri bir tevessül değil midir? Bu, güneş gibi apaçık bir tevessüldür. Zira tevessül, kişinin, isteğine ulaşabilmesi için, kendi ile Allah arasına salih bir kulu koymasıdır. Hz. Musa'nın kavmi de bunu yapmış ve kendileriyle Allah arasına Hz. Musa'yı koymuşlardır. Bu, tevessül değil de nedir?..
Hem biz burada, Beni İsrail'in Hz. Musa'ya tevessül etmesini tevessüle delil yapmıyoruz. Çünkü onlar birçok işte haddi aşmıştır. Onların hali, meselemize delil olamaz. Biz, Hz. Musa'nın onların tevessülünü kabul ederek, Allah'a dua etmesini meselemize delil yapıyoruz. Eğer tevessül caiz olmasaydı, Hz. Musa onlara şöyle derdi: "Bana tevessül etmeyin, Allah ile aranıza beni sokmayın. Bu şirktir..." Evet, tevessül haram olsaydı Hz. Musa böyle derdi. Ancak dememiş ve onların tevessülünü kabul etmiştir.
Şimdi size soruyorum ey tevessül inkarcıları! Hz. Musa gibi ülülazim bir peygamber, neyin şirk, neyin iman olduğunu bilmiyor muydu? İmanla şirkin arasını ayırt edemeyecek kadar -hâşâ- cahil miydi? Tevessül şirk olsaydı, Hz. Musa onların tevessülünü kabul eder miydi? Haydi, faraza hata etti, kabul etti, diyelim; bu durumda Allah'ın onu uyarması gerekmez miydi?..
Ama bırakın Allah'ın uyarmasını, Allah Teala Hz. Musa'nın, kavmi için yaptığı her bir duayı kabul etmiş ve kavminin tevessül ederek istediği her şeyi, Hz. Musa hürmetine onlara ihsan etmiştir.
- Kavmi, Hz. Musa'ya su için tevessül etmiş, Hz. Musa bu tevessülü kabul ederek Rabbinden su istemiş, Cenab-ı Hak da onun duası hürmetine taştan on iki göz pınar fışkırtmıştır...
- Kavmi, yine Hz. Musa'ya yiyecek için tevessül etmiş, Hz. Musa bu tevessülü kabul ederek Rabbinden yiyecek istemiş, Cenab-ı Hak da onun duası hürmetine gökten bıldırcın ve kudret helvası indirmiş, yeryüzünden de farklı nebatatı bitirmiştir...
- Kavmi, yine Hz. Musa'ya gölge için tevessül etmiş, Hz. Musa bu tevessülü kabul ederek Rabbinden gölge istemiş, Cenab-ı Hak da onun duası hürmetine beyaz bir bulutu onlara gölge yapmıştır...
Ve kavmi, Hz. Musa'ya daha birçok kere tevessül etmiş ve Hz. Musa bu tevessüllerin tamamını kabul ederek Rabbine dua etmiş ve Allah Teala da onun duası hürmetine kavminin isteğini yerine getirmiştir. Yahu, siz hiç Kur'an okumuyor musunuz? Bu kadar tevessülü gördükten sonra nasıl oluyor da "Tevessül şirktir." diyorsunuz. Hadi ilminiz yok, iyi de aklınızda mı yok? Zira biraz aklı olan, bu kadar ayetten tevessülün caiz olduğu hükmünü çıkarabilir. Ya da sizin başka bir derdiniz mi var? Başka bir cereyan hesabına mı çalışıyorsunuz? Bile bile mi bunları yapıyorsunuz...
Her ne ise, sizin hesabınız Allah'a kalmıştır. Allah'ın huzurunda, bu ümmetin imanını bozmanın hesabını elbette vereceksiniz. Şimdi bakın, tevessülü inkar ettiğinizde neyi kabul etmek zorunda kalıyorsunuz...
Eğer "Tevessül şirktir." derseniz, Hz. Musa'yı şirke ortak olmakla itham etmeniz gerekecektir. Zira günaha rıza günah, şirke rıza ise şirktir. Eğer tevessül şirkse, Hz. Musa, kavminin tevessülüne razı olduğu için -haşa, yüz bin defa haşa- O da şirke düşmüştür. Siz, Hz. Musa'nın şirke düştüğünü kabul ediyor musunuz?.. "Yok, edemem." derseniz, o zaman tevessülü nasıl şirk kabul ediyorsunuz? Nasıl bir açmaz da olduğunuzun farkına vardınız mı?
Hem mesele, sadece Hz. Musa'nın, kavminin tevessülünü kabul etmesi de değildir. Ayrıca Allah Teala da Hz. Musa'nın tevessülü kabul ederek kendisine dua etmesinden razı olmuş ve Hz. Musa'nın duasına icabet etmiştir.
Tevessül şirk olsaydı, Allah'ın Hz. Musa’yı uyarması gerekmez miydi? Yoksa Allah da mı şirke rıza göstermiş? Yani -haşa, milyon kere haşa- Hz. Musa tevessülün şirk olduğunu anlayamadı, Allah bilemedi de tevessülün şirk olduğunu siz mi bildiniz?
Ben bu sözleri söylerken titriyorum, ancak itikadınızın nasıl bir neticeyi verdiğini göstermek için bu sözleri korka korka söylüyor ve Rabbimden af diliyorum. Peki siz, itikadınız sizi ulaştırdığı bu neticeden dolayı korkmuyor musunuz? Ve hala tövbe etmeyecek misiniz? Kalbiniz bu kadar mı ölmüş ve insafınız bu kadar mı kurumuş...
Sizleri Allah'a havale ediyor ve tevessülün caiz olduğuna dair Üçüncü Kur'an delilimizi de burada tamamlıyoruz. Şimdi Dördüncü delilimize geçelim...
DÖRDÜNCÜ DELİL
Tevessülün caiz olduğuna dair yaptığımız bu sohbette, şimdiye kadar Kur'an'dan üç delili tahlil ettik. Birinci delilde, Hz. Yakup (as)'ın evlatlarının, Hz. Yakub'a tevessüllerini; İkinci delilde, sahabelerin, Peygamber Efendimiz (as)'a tevessüllerini ve Üçüncü delilde de Hz. Musa (as)'ın kavminin, Hz. Musa'ya tevessüllerini inceledik.
Şimdi Dördüncü delilimizde, Hz. İsa'nın sahabelerinin, Hz. İsa'ya yaptıkları tevessülü meselemize delil yapacağız... Maide suresinin 112. ayet-i kerimesinin ifadesiyle; havariler, Hz. İsa'ya tevessül ederek gökten bir sofra indirmesini isterler ve derler ki:
نُرِيدُ أَنْ نَأْكُلَ مِنْهَا “Biz o sofradan yemek istiyoruz..." Onların bu tevessülüne karşılık Hz. İsa da: اللَّهُمَّ رَبَّنَا “Ey Rabbimiz olan Allah'ımız." أَنْزِلْ عَلَيْنَا مَائِدَةً مِنَ السَّمَاءِ “Bize gökyüzünden bir sofra indir..."
diyerek Cenab-ı Hakka dua eder. Bu duasının bereketiyle de onlara gökyüzünden bir sofra indirilir. Kıssanın detayını öğrenmek isteyenler tefsir kitaplarına müracaat edebilirler. Bizler şimdi, kıssanın tevessüle bakan cihetini tahlil edelim ve tevessülü inkâr edenlere bazı sorular soralım...
Tevessülü inkar edenlere soracağımız Birinci soru şu:
Havarilerin Hz. İsa'ya gelerek, kendisinden yemek için gökten bir sofra indirmesini istemeleri tevessül değil midir?
Bu, güneş gibi apaçık bir tevessüldür. Zira tevessül, kişinin, kendi ile Allah arasında, makbul bildiği bir kulu koyması; onun hürmetine istemesi veya ondan, kendi için istemesini talep etmesidir. Tevessül budur. Havariler de bunu yapmış ve kendileri için Allah'ın sofra indirmesini Hz. İsa'dan istemişlerdir. Yani kendileriyle Allah arasına Hz. İsa'yı koymuşlardır.
Bu tevessül değil de nedir? Yoksa siz tevessül deyince, bir kulun başka bir kulun önünde secde etmesini ve onu ilah kabul etmesini mi anlıyorsunuz?
Tevessül sizin anladığınız gibi değildir. Sizler daha tevessülün manasını anlayamamışsınız, bir de tevessül hakkında konuşmaya kalkıyorsunuz...
İkinci sorumuz şu: Ayet-i kerimenin apaçık ifadesiyle; havariler Hz. İsa'ya tevessül etmişler ve gökyüzünden bir sofra indirmesini istemişlerdir. Tevessül şirk ise, bu durumda havarilerin şirke düşmeleri gerekir.
Acaba size göre, Hz. İsa'nın havarileri müşrik miydi?..
Üçüncü soru şu: Haydi faraza, havariler tevessülün şirk olduğunu bilmiyorlardı ve bilmeden Hz. İsa'ya tevessül ettiler. Ama bu durumda, Hz. İsa'nın onları uyarması ve onlara: "Bana tevessül etmeyin, tevessül şirktir, hem rızık Allah'tandır, bu sofrayı direkt Allah'tan isteyin, beni araya koymayın." demesi gerekmez miydi?.. Ancak Hz. İsa böyle dememiş; bilakis: "Ey Rabbimiz olan Allah'ımız, bize gökten bir sofra indir." Diyerek, onların tevessülünü kabul etmiştir. Eğer tevessül şirk olsaydı, Hz. İsa tevessüle rıza gösterdiği için Onun da şirke düşmüş olması gerekirdi. Zira günaha rıza günah, şirke rıza ise şirktir.
Siz, Hz. İsa'nın şirke düştüğünü kabul edebiliyor musunuz? Hz. İsa da mı neyin şirk, neyin tevhid olduğunu bilmiyordu?
Herhalde siz tevhidi Hz. İsa'dan daha iyi biliyorsunuz...
Dördüncü soru da şu: Haydi -hâşâ, binler defa hâşâ- Hz. İsa tevessülün şirk olduğunu sizin kadar bilmiyordu, ama bu durumda Allah'ın onu uyarması ve: "Ey İsa kulum, onların tevessülünü kabul etme, tevessül şirktir, kullarım ile arama girme, onlar direkt benden istesinler." gibi bir sözü söylemesi gerekmez miydi? Ancak Allah Teala böyle bir uyarıda bulunmamış; bırakın uyarmayı, Hz. İsa'nın yaptığı duayı kabul etmiş ve havarilerin tevessülüne, Hz. İsa'ya sofrayı indirmekle icabet etmiştir.
Tevessül şirk olsaydı, Allah Teala bu duaya icabet eder miydi?.. Ey tevessülü inkar eden cahiller, sizler bu ayetleri hiç mi görmüyor ve hiç mi okumuyorsunuz?
Bakın, batıl itikadınız sizleri hangi neticelere sürüklüyor: Allah'ın Peygamberini ve o peygamberin havarilerini şirk ile itham ediyorsunuz. Hatta daha da ileri gidip, Allah'ın da şirke rıza gösterdiğini kabul etmek zorunda kalıyorsunuz...
Bırakın bu batıl itikadınızı! Sizleri hidayete davet ediyoruz! Gelin, Ehl-i sünnet itikadına muhalefet etmekten ve bu milletin imanını bozmaktan vazgeçin. Yoksa ahirette öyle pişman olursunuz ki, hayal tasavvurundan aciz kalır...
Tevessülün caiz olduğuna dair Dördüncü Kur'an delilimizi de burada tamamlayalım ve şimdi Beşinci delilimize geçelim...
BEŞİNCİ DELİL
Tevessülün caiz olduğuna dair Beşinci Kur'an delilinde, Bakara suresinin 89. ayet-i kerimesini tahlil edeceğiz. Bu ayet-i kerimede Cenab-ı Hak, Yahudilerin, Peygamber Efendimizi tanıdıklarını ve onu beklediklerini beyan buyurmuş ve şöyle demiştir:
وَكَانُوا مِن قَبْلُ يَسْتَفْتِحُونَ عَلَى الَّذِينَ كَفَرُواْ "Halbuki onlar -yani Yahudiler- daha önce kafirlere karşı fetih talep ederlerdi." فَلَمَّا جَاءهُم مَا عَرَفُوا "Ne zaman ki bildikleri -yani kendisiyle fetih talep ettikleri zat- kendilerine geldi" كَفَرُوا بِهِ "Onu inkar ettiler..."
Ayet-i kerimede geçen, "Yahudilerin daha önce kafirlere karşı Peygamberimizle fetih talep etmeleri" hakkında, tabiinin büyük müfessiri İmam Süddi Hazretleri şöyle der:
“Yahudilerin müşriklere karşı fetih talep etmesi şu şekilde olmuştur: Yahudiler müşriklerle savaşırken savaşın kızıştığı anda Tevrat'ı çıkarıp, ellerini, Peygamber Efendimizin isim ve sıfatlarının geçtiği yere koyar ve şöyle derlerdi: ‘Ey Allah'ımız! Ahir zamanda göndereceğini vaat ettiğin nebinin hürmetine, senden, düşmanlarımıza karşı bugün bize yardım etmeni istiyoruz...’”
Evet, onlar Peygamberimize böyle tevessül ederek Allah'a dua ederler ve bu tevessülleri hürmetine onlara yardım edilirdi... Yine "Yahudilerin daha önce kafirlere karşı Peygamberimizle fetih talep etmeleri" hakkında Kurtubi, Taberi, Begavi, Alusi ve diğer birçok mutemet tefsir kitabında İbni Abbas Hazretlerinin şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
“Hayber Yahudileri, müşriklerden Gaftan kabilesiyle muharebe içindeydiler. Yahudiler bozguna uğramak üzereyken: ‘Ey Allah'ımız, ahir zamanda göndereceğini vaat ettiğin ümmi nebinin hakkı için onlara karşı bize yardım et.’ dediler. Bunun üzerine Gaftan kabilesi bozguna uğradı. Yahudiler onlarla ne zaman karşılaşsalar bu duayı yaparak galip olmuşlardır..."
Bu beyanı, sahabenin en büyük altı müfessirinden biri olan; "Kur’an'ın sırlarını bana sorun. Devemin yularını kaybetsem, Kur'an'da bulurum." diyen İbni Abbas Hazretleri yapmıştır. Yani bu izahı fakir yapmıyor; müfessirlerin güneşi olan İbni Abbas Hazretleri yapıyor ve bütün sahihi tefsir kitapları onun bu beyanını naklediyor...
Demek Yahudiler, Peygamber Efendimizi, kendisine tevessül edecek kadar iyi tanıyorlardı ve düşmana karşı galip gelmek için ona tevessül ediyorlardı. Şimdi, tevessüle dair beyan ettiğimiz bu ayet-i kerime üzerinde biraz daha derinlemesine tahlil yapalım ve meseleyi biraz daha açalım.
Tefsirini yaptığımız ayet-i kerimenin apaçık beyanıyla, Yahudiler, Peygamber Efendimize tevessül ederek fetih talep ediyorlardı. Demek tevessül, sadece İslam dininde değil, diğer semavi dinlerde de olan bir ameldir. Bu da tevessülün caiz olduğunu ispat eder...
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
"Tamam, ayet-i kerime, Yahudilerin, Peygamberimize tevessül ederek kafirlere karşı fetih talep ettiklerini beyan buyurmuş. Ancak onların bu tevessülü, bize niçin delil olsun ki? Belki onlar da kendi dinlerinde caiz olmadığı halde tevessül ediyorlardı. Bu mümkün değil mi?.."
Bu soruya vereceğimiz cevap şudur:
Bizler, tevessülün caiz olduğuna, onların Peygamberimize tevessül etmelerini delil yapmıyoruz. Peki, neyi delil yapıyoruz? Delilimiz, Allah Teala'nın onların tevessülünü kınamamasıdır. Zira eğer tevessül caiz olmasaydı, Allah'ın, doğruyu öğretmek için onların bu amelini kınaması gerekirdi. Halbuki ayette, onların tevessül etmeleri değil; kendisine tevessül edecek kadar iyi tanıdıklar Peygamberimizi inkar etmeleri kınanmıştır. Demek tevessül, zatında kınanacak bir amel değildir...
Ayrıca bu ayet, gaibe tevessül edilebileceğine de bir delildir. Tevessülü inkar eden bazı zatlar, gösterdiğimiz deliller karşısında tutacak bir dal bulamayarak sözlerini değiştirmeye başladılar. Şimdi diyorlar ki: "Biz, hazır olana tevessülü caiz kabul ediyor; sadece gaibe yapılan tevessülü inkar ediyoruz..." Şimdi onlara soruyoruz:
Yahudilerin tevessülü, gaibe tevessül değil mi? Peygamber Efendimiz o anda onların içinde mi ki hazıra tevessül olsun? Bu, apaçık bir şekilde, gaibe, yani huzurda olmayana yapılan bir tevessüldür ve gaibin hürmetine istemektir.
Şimdilik, gaibe tevessülün caiz olduğu meselesinin kapısını açmayacağız. Bu meseleyi ilerde özel bir başlıkta detaylı bir şekilde işleyeceğiz. Sadece bu makamda şu kadar deriz ki: Bakara suresinin 89. ayet-i kerimesi, Yahudilerin, Peygamber Efendimize tevessül ederek kafirlere karşı fetih talep ettiğini bildirmiştir. Cenab-ı Hakk’ın, onların bu amelini kınaması, tevessülün, hem de gaibe yapılan tevessülün caiz olduğuna bir delildir. Hem bundan yine anlıyoruz ki, tevessül, sadece İslam dininde caiz olmayıp diğer semavi dinlerde de caizdir ve vakidir...
Tevessülün caiz olduğuna dair Beşinci Kur'an delilimizi burada sonlandıralım ve şimdi Altıncı delilimize geçelim...
ALTINCI DELİL
Tevessülün caiz olduğuna dair Altıncı Kur'an delilinde, bir peygamberin, Hz. Yusuf (as)'ın yaptığı tevessülü göstereceğiz. Hz. Yusuf (as) gibi bir peygamberin tevessül etmesi, herhalde tevessülün caiz olduğu hususunda kâfi bir delildir. Hz. Yusuf'un tevessülü şu şekilde olmuştur:
Yusuf suresinin 36. ve devamındaki ayetlerin beyanıyla, Yusuf (as) zindanda iken, iki kişi rüyalarının tabirini ona sorarlar. Yusuf (as) ilk önce onlara bir tevhid dersi yapar ve daha sonra rüyalarını tevil eder. Birisinin rüyası hakkında, surenin 41. ayeti kerimesinde şöyle der:
أَمَّا أَحَدُكُمَا “sizden birisi" فَيَسْقِي رَبَّهُ خَمْرًا “Efendisine şarap sunacak" وَأَمَّا الآخَرُ “diğeri ise" فَيُصْلَبُ "asılacak..."
Hz. Yusuf, iki kişinin rüyasını bu şekilde tabir ettikten sonra, kurtulacağını zannettiği kişiye şöyle der:
اذْكُرْنِي عِندَ رَبِّكَ “Efendinin yanında benden bahset..."
Hz. Yusuf bu ifadesiyle, zindandan çıkacak kişiden, kralın yanında kendisinden bahsetmesini istemiş ve hapisten çıkmak için, hem arkadaşına hem de krala tevessül etmiştir.
Şimdi, tevessüle dair beyan ettiğimiz bu ayet-i kerime üzerinde biraz tahlil yapalım ve tevessülü inkâr edenlere bazı sorular soralım...
Tevessülü inkar edenlere soracağımız Birinci sorumuz şu:
Hz. Yusuf'un, zindandaki kişiye: "Beni efendinin yanında an." demesi bir tevessül değil midir? Bu, apaçık bir tevessüldür. Zira tevessül, kişinin, Allah'ın yardımına mazhar olabilmesi için, araya bir kişiyi koymasıdır. Yani Allah'ın rahmetine ulaşmak için onu vesile yapmasıdır. Hz. Yusuf da bunu yapmış ve zindandan çıkmak için arkadaşına tevessül etmiştir. Hem sadece arkadaşına tevessülle de yetinmemiş, arkadaşının vasıtasıyla krala da tevessül etmek istemiştir...
Ey "Tevessül şirktir." diyenler! Hz. Yusuf, bu tevessülüyle şirke mi düşmüştür? Böyle büyük bir peygamber, şirkin ve tevhidin ne olduğunu sizin kadar bilmiyor muydu? Yoksa siz: "Hz. Yusuf'un, arkadaşına ve krala yaptığı bir tevessül değildir." mi diyorsunuz? O zaman size sorarım: Bu tevessül değilse nedir? Nasıl ki biz, bir Allah dostuna tevessül ediyor ve ondan yardım diliyorsak; Hz. Yusuf da krala tevessül etmiş ve ondan yardım dilemiştir. Arada hiçbir fark yoktur... Sizin itikadınıza göre, Hz. Yusuf krala tevessül etmemeliydi ve zindandan çıkmak için direkt Allah'a yalvarmalıydı. Şimdi, dini siz mi daha iyi biliyorsunuz, yoksa, arkadaşı Cebrail (as) olan ve Allah'ın vahyine mazhar olan Hz. Yusuf mu? Hanginizin sözü ve ameli doğru?..
Size soracağımız İkinci soru da şu: Hz. Yusuf, zindandaki kişiye: "Kralın yanında benden bahset." diyerek, arkadaşının da krala tevessül etmesini istemiştir. Eğer "Tevessül şirktir." derseniz, Hz. Yusuf'un bu kişiye şirki emrettiğini kabul etmek zorunda kalırsınız. Bir peygamberin şirki emretmesi mümkün müdür? Şimdi önünüzde iki seçenek var, dilediğinizi seçin.
Birinci seçenek, tevessülün caiz olduğunu kabul etmektir. Bu seçenek hem doğrudur, hem de Ehlisünnet mezhebinin yoludur...
İkinci seçenek ise, hâlâ "Tevessül şirktir." sözünde ısrar etmenizdir. Ancak bunu yaparsanız, Hz. Yusuf'u şirke düşmekle itham etmeniz gerekecektir. Zira onun zindandaki kişiye ve krala yaptığı, bir tevessüldür. Tevessül şirk ise, Hz. Yusuf'un -haşa- şirke düşmüş olması gerekir. Bu ihtimali kabul edebiliyor musunuz?..
Ayrıca, Hz. Yusuf'a, şirki emretme ithamında da bulunmanız gerekir. Çünkü zindandaki kişiye, krala tevessül etmesini bizzat kendisi emretmiştir. Bir peygamberin şirki emretmesi mümkün müdür? Bu yoldan mı gideceksiniz, bunları mı kabul edeceksiniz? Kalbiniz bu kadar ölmüş ve vicdanınız bu kadar çürümüş mü?..
Bizler sizi vicdanınızla baş başa bırakıyor ve sözü daha fazla uzatmayarak şimdi Yedinci Kur'an deliline geçiyoruz...
YEDİNCİ DELİL
Tevessülün caiz olduğuna dair göstereceğimiz Yedinci Kur'an delili, Yusuf suresinin 93. ayet-i kerimesinde anlatılan hadisedir. Kıssanın özeti şu şekildedir:
Yakup (as), evladı olan Hz. Yusuf'tan ayrı kalmanın üzüntüsüyle görme yetisini kaybeder. Mısır'a aziz olan Hz. Yusuf, yıllar sonra kardeşlerini bulur ve babasının durumunu onlardan öğrenir. Bunun üzerine Hz. Yusuf, kardeşlerine şöyle der:
اذْهَبُوا بِقَمِيصِي هَـذَا “Bu gömleğimi götürün” فَأَلْقُوهُ عَلَى وَجْهِ أَبِي “Babamın yüzü üzerine koyun” يَأْتِ بَصِيرًا “Görüşü gelir...”
Hz. Yusuf'un kardeşleri gömleği alarak babalarına dönerler. Kur'an bu sahneyi şöyle anlatır:
فَلَمَّا أَن جَاء الْبَشِيرُ “Ne zaman ki müjdeci geldi” أَلْقَاهُ عَلَى وَجْهِهِ “gömleği babasının yüzü üzerine koydu” فَارْتَدَّ بَصِيرًا “Görüşü birden geri geldi...”
Ayette gördüğünüz gibi, Hz. Yakup (as) şifa bulma niyetiyle Hz. Yusuf'un gömleğine tevessül etmiş ve şifa bulmuştur.
Şimdi, bu ayet-i kerimeler üzerinde biraz daha derinlemesine tahlil yapalım ve tevessülü inkâr edenlerin kör gözlerine bazı noktaları sokalım...
Hz. Yusuf, babasının âmâ olduğunu öğrenince ona gömleğini gönderir ve gömleği yüzüne sürmesini ister. Başka bir ifadeyle: Hz. Yusuf, babasından, şifa niyetiyle gömleğine tevessül etmesini ister. Gömleğini göndermesinin manası budur. Zira tevessül, kişinin, kendi ile Allah arasına bir vesile koymasıdır. Hz. Yakup da bunu yapmış ve şifasına vesile olması için, Allah ile kendi arasına Hz. Yusuf'un gömleğini koymuştur; yani ona tevessül etmiştir...
Şimdi, tevessülü inkar edenlere şu soruyu soruyoruz: Gömlek ile gözlerin açılması arasında fiziki bir bağ var mıdır?.. Hiçbir fiziki bağ yoktur! Yani gömlek, göze görme yetisini verebilecek bir kabiliyeti zatında taşımamaktadır. O halde Hz. Yusuf niçin bu gömleği göndermiştir? Gömleği göndereceğine, sadece ellerini açıp babası için dua etseydi ya! Niçin gömleği vesile yapıyor? Niçin babasından gömleğine tevessül etmesini istiyor? Tevessül şirk ise, Hz. Yusuf, babasını -hâşâ- şirke mi davet ediyor?..
Peki ya Hz. Yakup (as)... O da gömleği alıp yüzüne sürüyor. Yani şifa için gömleğe tevessül ediyor. Tevessül caiz olmasaydı, Hz. Yakup şöyle demez miydi: "Ben şifa için başka bir şeye tevessül etmem. Bu şirktir. Sadece dua ederim, şifa için vesile aramam..." Bunun gibi şeyler demesi lazım gelmez miydi? Ama dememiş ve gömleğe tevessül etmiş. Demek tevessül caizdir. Zaten tevessül, neticeyi Cenab-ı Hak'tan bilerek bir sebebe yapışmaktır. Nasıl ki insan, bir doktora gider; onun doktora gitmesi, Allah'ın şifa vermesi için fiili bir duadır. Yine doktorun verdiği ilacı şifa niyetiyle içer; bu içiş, yine fiili bir duadır. Yani kişi ilacı içerken şöyle düşünür:
"Ya Rab! Şifa ancak senden gelir ve Şâfi ancak sensin. Doktora gitmem ve bu ilacı içmem, senin bana sebeplere yapışmamı emretmenden dolayıdır. Ben doktora gitmekle ve bu ilacı içmekle ancak senin emrine uydum. Yoksa ne tabip ve ne de ilaç bana şifa verebilirler. Şifa ancak senin hazinenden çıkar..."
İşte nasıl ki bir ilacı içen böyle itikat ederse ve böyle itikat etmeliyse, Hz. Yakup da böyle itikad ederek tevessül etmiş ve şöyle düşünmüştür:
"Ya Rab, gözümü kapatan sensin, onu açacak olan da ancak sensin. Dünyanın bütün tabipleri toplansa, senin iznin ve inayetin olmadan gözümü açamaz. Ben, katında makbul olan Hz. Yusuf'un gömleğine tevessül ediyor ve bu tevessülümle senden gözüme şifa vermeni istiyorum..."
İşte Hz. Yakub'un niyeti de budur... Zira tevessül eden, yardımı, tevessül ettiği eşyadan ya da zattan bilmez. O eşya ve zatı, ancak Allah'ın yardımına bir perde ve bir vesile bilir. Zaten tevessülü inkar edenlerin anlayamadığı şey de budur. Yani mesela birisi: "Yetiş Ya Hz. Hamza." dese, bununla şu manayı kasteder:
"Ey Rabbim, senden yardım istiyorum. Sen yardımını, sebepler dünyasında olduğumuzdan dolayı bir vasıta ile yaparsın. Bazen bir meleğini gönderir; bazen salih bir kulunu gönderir, bazen de ordularından başka birisini gönderirsin. Benim yardımıma, kullarından, hem şehid, hem de yiğit olan Hamza kulunu gönder. Onun eliyle bana yardım et..."
İşte "Yetiş Ya Hamza." diyen bu manayı kastederek böyle der. Sözü fazla uzatmaz; çünkü Rabbinin, niyetini bildiğini bilir... Yok eğer, birisi Hz. Hamza'ya tevessül edip ondan yardım istediğinde; Hz. Hamza'nın kendi başına, Allah'ın izni ve haberi olmadan yardımına koştuğuna inanıyorsa, bu yanlıştır, hem de çok yanlıştır. Ancak buradaki çözüm, tevessülü inkar etmek değil; bu kişiye doğru tevessülü öğretmektir. Hem bu kişinin tek problemi yanlış tevessül etmek de değildir. Bu kişinin asıl problemi, tevhidi anlayamamaktır. Bunun çözümü de ona tevhid dersini vermektir. Yoksa tevessülü ona yasak ederek onun itikadını düzeltemezsiniz...
Velhasıl kelam, bu delilde, Hz. Yakup (as)'ın, Hz. Yusuf'un gömleğine şifa niyetiyle tevessül etmesini tahlil ettik. Herhalde Hz. Yakup (as) gibi bir peygamber, neyin şirk, neyin tevhid olduğunu bizden çok daha iyi bilir. Madem O tevessül etmiştir, o halde tevessül caizdir. Bunun başka hiçbir izahı yoktur.
Tevessülün caiz olduğuna dair Yedinci Kur'an delilimizi burada sonlandıralım ve şimdi Sekizinci delilimize geçelim...
SEKİZİNCİ DELİL
Tevessülün caiz olduğuna dair göstereceğimiz Sekizinci Kur'an delili, Bakara suresinin 248. ayet-i kerimesinde anlatılan hadisedir. Kıssanın özeti şu şekildedir:
Beniisrail, kendi peygamberlerine gelerek bir hükümdar göndermesini isterler ve bu hükümdar ile Allah yolunda savaşacaklarına söz verirler. Allah Teala onlara, Talut ismindeki bir zatı hükümdar olarak gönderir. Ancak Talut fakirdir; bu yüzden Beniisrail onu hükümdar olarak kabul etmek istemez. Kendilerinin hükümdarlığa daha layık olduklarını iddia ederler. Bunun üzerine peygamberleri onlara şöyle der:
إِنَّ آيَةَ مُلْكِهِ “Onun hükümdarlığının delili,” أَن يَأْتِيَكُمُ التَّابُوتُ “Size sandığın gelmesidir.” فِيهِ سَكِينَةٌ مِن رَبِّكُمْ “O sandıkta, Rabbinizden bir sekine vardır...”
Sekîne: Maddi ve manevi bereketler ve feyizler demektir. İşte o sandıkta böyle bir sekine vardı. Beniisrail bu sandıkla, Allah'ın rahmet ve bereketine mazhar olurlardı.
Fahrurrazi, Ebussuud, Hazin, Kurtubi ve Alusi tefsirlerinin beyanlarına göre; Beniisrail Hz. Musa'nın vefatından sonra bozulup isyan edince Cenab-ı Hak onlara Amalika kavmini musallat etti. Bu kavim sandığı onlardan aldı. Daha sonra Mevla Teala, Talut'un hükümdarlığına bir alamet olarak melekleri vasıtasıyla o sandığı tekrar Beniisraile gönderdi. Ayette geçen: تَحْمِلُهُ الْمَلآئِكَةُ “o sandığı melekler taşır” ifadesi, sandığın melekler tarafından taşınarak onlara getirildiğini bildirmektedir.
Kıssanın detayını tefsir kitaplarına havale edelim. Burada bilmemiz gereken şey şudur: Beniisrailin, kendisiyle bereketlendiği bir sandık vardır. Bu sandığa tevessül ederek, sekineye, yani feyze ve berekete mazhar olurlar. Sonra günahları sebebiyle bu sandık onlardan alınır; ve daha sonra Talut'un hükümdarlığına bir alamet olması için melekler tarafından taşınarak tekrar Beniisraile iade edilir...
Şimdi, berekete medar bu sandık üzerinde biraz daha derinlemesine tahlil yapalım...
Bir sandık, bir tahta parçası, izni İlahi ile maddi ve manevi bereketlere ve feyizlere sebep olabiliyor. Ona tevessül edenler, onun bereket ve feyzinden istifade edebiliyor. Ve ona tevessül edilmesini ve saygı gösterilmesini de Allah istiyor.
Herhalde tevessülü inkar edenler o asırda yaşasaydı, sandığa tevessül edenlere müşrik der ve ilk fırsatta sandığı ateşte yakarlardı. Çünkü onların aklı bu kadar çalışır. Şunu bir türlü anlamazlar: Bereket ve feyiz, sandığın zatî malı değildir. Ona Allah tarafından konulmuştur. Her bereket, her nimet ve her ihsan, ancak Allah'ın hazinesinden çıkar. Ondan gayrı, ihsana sahip olabilecek hiç kimse yoktur.
Lakin Allah Teala, şu hikmet dünyasında sebeplerle iş görür. Meyveyi, ağacın dalına takar. Sütü, ineğin memesiyle içirir. Suyu, bulut ile akıtır. Sebzeleri, toprağın eliyle bize sunar. Ve hakeza... Her nimet bizlere bir sebep ile gelir.
Hakiki iman ise, sebebi inkar etmek değil; o sebep üzerinde, Allah'ın rahmet elini görmektir. Sebebi inkar eden, rahmetten mahrum kalır. Mesela: Güneş size elinizdeki bir ayna vasıtasıyla ulaşıyor olsun. Şimdi soruyoruz: Aynadaki ışık, aynanın mıdır?.. Hayır değil... O halde madem aynanın değildir, kır at aynayı... Eğer bunu yaparsan, güneşin ışığından mahrum kalırsın; çünkü Güneş sana ayna vasıtasıyla ulaşıyor... O halde ne yapmalı? Şunu yapmalı: Aynayı muhafaza etmeli ve aynaya şöyle demeli:
“Ey ayna, ben seni muhafaza ediyorum, lakin bundan sakın zannetme ki, ışığı senden biliyorum. Yok, hayır, ışık senin zati malın değildir. Sendeki ışık, gökteki Güneş'in malıdır. Lakin Güneş, ışığını bana senin vasıtanla ulaştırıyor. Seni kırmak, Onun ışığından mahrum kalmaktır. Işığı senden bilmek ise, Güneşi gücendirmek ve onun malını sana vermektir. Orta yol olan sırat-ı müstakim ise şudur: Işığı Güneşten bilmek; seni ise, o ışığa ulaşmak için bir vasıta yapmaktır. Sana minnete bedel, sadece teşekkür etmek; ışığı ise güneşten bilmektir...”
Aynen bunun gibi, tefsirini yaptığımız ayet-i kerimede bahsi geçen sandık da sadece bir vasıtadır. Ondaki sekine, onun malı değildir; mal sahibi, ancak ve ancak Allah Teala’dır. Lakin Allah Teala o sandığı, bereketine bir sebep, feyzine bir vasıta yapmıştır. O halde burada yapılması gereken şey, tevhid namına sandığı yakmak değil; o sandığa Allah hesabına saygı göstermek ve ondan gelen sekineyi Allah’tan bilmektir. Bu, hem tevhid, hem de akıldır...
Tevessülü inkar eden aklı kıt kimseler, bizleri sakal-i şerif ziyaretinde gördüklerinde, şirke düşmekle itham ediyorlar. Şimdi onlara şu soruyu soruyorum:
Allah Teala bir sandığa, bir odun parçasına, feyiz ve bereket koyabiliyor, onu rahmetine vesile yapabiliyor. O halde niçin, en sevgili kulunun vücudundan kopmuş sakalına bir feyiz ve bereket koymasın, onu rahmetine bir vesile yapmasın?
Bizler, sakal-ı şerif ziyaretinde, sakalı, misalimizdeki ayna gibi kabul ediyoruz. Feyzin ve bereketin hakiki sahibi değildir. Her feyiz ve bereket, ancak Allah'ın hazinesinden çıkar. Lakin Allah, bazen bir sandıkla bunu kullarına ulaştırır, bazen bir sakalla, bazen de şu maddi alemde olduğu gibi , ağaçla, koyunla, bulutla ve hakeza...
Tevhid, sebepleri inkar etmek değildir. Tevhid, sebepler üzerinde, müsebbibul esbab olan, yani sebepleri yaratan Allah'ı görmektir. Hakiki tevhid budur...
Şimdi meseleyi bir daha özetleyelim: Bakara suresinin 248. ayetinin beyanıyla, Allah Teala bir sandığa sekine koymuştu. Beniisrail, o sekineye mazhar olabilmek için o sandığa saygı gösteriyorlar ve tevessül ediyorlardı. Bu tevessül, Allah'ın onlara emriydi. Eğer tevessül haram olsaydı, Allah Teala o sandığa sekineyi koymaz; onlara tevessül ettirmez ve sandığı kaybetmelerinden sonra, Talut'un hükümdarlığına alamet olsun diye bu sandığı onlara iade etmezdi...
Madem neticeyi Allah'tan bilmek kaydıyla bir sandığa dahi tevessül edilebiliyor; o halde Allah katında, sandıktan bin derece daha fazla kıymeti olan peygamberlere veya evliyaya, -neticeyi Allah'tan bilmek şartıyla- niçin tevessül edilmesin?
Tevessülü inkar edenlerin kör gözlerine, sandığa yapılan bu tevessülü sokuyor ve bu delili burada tamamlıyoruz. Şimdi Dokuzuncu delilimize geçelim...
DOKUZUNCU DELİL
Tevessülün caiz olduğuna dair göstereceğimiz Dokuzuncu Kur'an delili, Maide suresinin 35. ayet-i kerimesidir. Bu ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا “Ey iman edenler” اتَّقُوا اللّهَ “Allah'tan korkun” وَابْتَغُوا إِلَيهِ الْوَسِيلَةَ “Ve O'na vesile arayın, yani tevessül yapın...”
Bu ayet-i kerime apaçık bir şekilde tevessülü emretmektedir. Şimdi diyeceksiniz ki: Ayet-i kerime bu kadar açık bir şekilde tevessülü emrederken, tevessülü inkar edenler bu ayeti görmüyorlar mı? Onlar bu ayete nasıl mana veriyorlar?.. Dilerseniz, bu sorunun cevabı için ayet-i kerimeyi biraz daha derinlemesine tahlil edelim ve tevessül hakkındaki bilgimizi biraz daha derinleştirelim.
Maide suresi 35. ayet-i kerimede, وَابْتَغُوا إِلَيهِ الْوَسِيلَةَ “O'na vesile arayın" buyrularak, tevessül etmemiz emredilmiştir. Peki, neyle tevessül edeceğiz. İşte bu kısım açıklanmamış ve mutlak bırakılmıştır.
Tevessül üç şeyle yapılabilir. Birincisi: Allah'ın isim ve sıfatlarıyla yapılır. Yani: "Ey Rabbimiz, senden Rahman ve Rahim isimlerinin hürmetine istiyorum." demek gibi, Allah'ın isim ve sıfatları hürmetine istenir ve bu isimlerle tevessül edilir. Araf suresi 180. Ayet-i kerimede bu tevessül çeşidine şöyle işaret edilir:
وَلِلّهِ الأَسْمَاء الْحُسْنَى “Bütün güzel isimler Allah'ındır." فَادْعُوهُ بِهَا “O güzel isimlerle Allah'a dua edin..."
İşte bu ayet-i kerime, Allah'ın isim ve sıfatlarıyla tevessül etmemizi emretmektedir...
Tevessülün İkinci çeşidi, amel ile tevessüldür. Yani kişinin: "Ya Rabbi! Şu kıldığım namaz hürmetine, tuttuğum oruç hürmetine, yaptığım hac hürmetine,.." gibi sözlerle, yapmış olduğu ibadetleri vesile yapması, yani onlarla tevessül etmesidir. Bakara suresi 45. Ayet-i kerimede bu tevessül çeşidine şöyle işaret edilir:
وَاسْتَعِينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلاَةِ “Sabır ve namazla yardım dileyin..."
İşte bu ayet-i kerime, ibadetle tevessülü emretmektedir. Bu konuda daha başka ayet-i kerimeler de vardır...
Tevessülün Üçüncü çeşidi ise, zat ile tevessül etmektir. Tevessülü inkar edenler, tefsirini yaptığımız, وَابْتَغُوا إِلَيهِ الْوَسِيلَةَ “O'na vesile arayın" ayetindeki vesileyi, Birinci ve İkinci çeşit tevessülle izah ederler ve derler ki: Burada aranması emredilen vesile, zat ile değil; Allah'ın isimleriyle ve ibadetlerle yapılan vesiledir. Yani onlara göre, zat ile yapılan vesile, ayetin kapsamı dışındadır...
Şimdi, onlara çok basit bir soru sormak istiyoruz: Zat ile yapılan vesilenin, ayetin kapsamı dışında olduğuna deliliniz nedir?.. Dilerseniz soruyu biraz daha açıyım: Bir ayetin hükmü ya mutlak olur ya da mukayyed yani kayıtlı... Mutlak olan bir hüküm, ancak başka bir ayetin beyanıyla kayıtlanabilir. Bu meseleyi bir örnek ile anlatıyım:
Maide suresinin 3. ayet-i kerimesinde: "Kan size haram kılınmıştır." buyrulur. Bu ifade, mutlak bir ifadedir. Yani haram kılınan kanın çeşidi belirtilmemiş ve hükme bir kayıt konulmamıştır... Peki, bütün kanlar haram mıdır? Mesela, koyunun dalağı veya ciğeri gibi organları üzerinde bulunan kan da haram mıdır? Eğer Kur'an'ın başka bir ayetinde, mutlak olan bu hükmü kayıtlayacak bir ayet olmasaydı, bütün kanların haram olduğu hükmüne varılırdı. Ancak En'am suresinin 145. Ayet-i kerimesinde, دَمًا مَسْفُوحًا buyrularak, haram kılınan kanın "akıcı kan" olduğu bildirilmiştir. İşte, Maide suresinin 3. ayet-i kerimesindeki "Kan size haram kılınmıştır." ayeti, En'am suresinin 145. ayet-i kerimesi ile kayıtlanmış ve bütün kanların değil, sadece akıcı kanın haram olduğu bildirilmiştir...
Demek Kur'an'da, mutlak bırakılan bir hüküm varsa, ona kayıt koymak, bir ayetin ya da mütevatir bir hadisin işidir; yoksa bizim vehmimizin, nefsimizin haddi değildir...
Bütün bu açıklamalardan sonra; “O'na vesile arayın, yani ona tevessül edin." ayetini, "Sadece Allah'ın isimleriyle ve ibadetle tevessül edilebilir." diye izah eden kişilere şimdi sormak istiyoruz:
Kur'an'ın mutlak bıraktığı bu hükme, hangi ayetin beyanıyla kayıt koyuyor ve "Zat ile tevessül olmaz." diyorsunuz?..
Halbuki yazımızın başından ta bu buraya kadar, yaklaşık yirmi sayfadır, Kur'an'da geçen tevessülleri anlatıyoruz. Kimi zaman peygamberlere tevessül edilmiş, kimi zaman da peygamberler bizatihi tevessül etmiş. Siz bütün bu tevessülleri nasıl görmezden geliyorsunuz? Ve vehminizin hükmüyle, ayetin mutlak olan emrine nasıl kayıt koyuyorsunuz?.. Çok değil, sadece Kur'an'dan "zat ile tevessül edilmeyeceğine" dair tek bir ayet getirin, ben sizin sözünü kabul edecek ve haklı olduğunuzu söyleyeceğim. Tek yapmanız gereken, bize bir ayet göstermek. Ama sakın, putlara tevessülü yasaklayan ayetleri göstermeye kalkmayın. Biz -haşa- "Allah'a putlar ile tevessül edilir." demiyoruz ki, bizim davamızı, putlara tevessülü reddeden ayetlerle çürütebilin. Biz sizden, peygamberlerle ve salih kullarla tevessül edilmeyeceğine dair tek bir ayet istiyoruz...
Eğer: "Ha put ile tevessül ha peygamber ile tevessül, ikisi de tevessül değil mi, biri yasaksa diğeri de yasaktır." derseniz, biz de deriz ki, hiç de öyle değil. Nasıl ki elma ile kuş kıyas edilmez; çünkü aynı cins değildir; öyle de peygamberlerle tevessül de putlarla tevessüle benzetilmez, çünkü bunlar aynı şey değildir. Aralarında çok farklar vardır. Birkaç farkı beyan edelim.
Birinci Fark: Cenab-ı Hak putlara buğzediyor. Öyle buğzediyor ki, onları ateşin yakıtı olarak cehenneme atacağını bildiriyor. Hiç Allah'ın cehenneme atacağına yapılan tevessülle, peygamberlere tevessül bir olur mu?..
İkinci Fark: Putlara tevessül edenler, putları ilah kabul ediyor. Halbuki bizler, peygamberleri ve evliyayı, sadece Allah'ın salih kulları ve Onun makbul hizmetçileri biliyoruz...
Üçüncü Fark: Putlara tevessül edenler, putları, malik-i hakiki ve icraat sahibi kabul ediyorlar. Bizler ise, malik-i hakiki olarak Allah'tan başka kimseyi kabul etmiyoruz. Kainattaki bütün fiillerin faili olarak yalnız Allah'ı biliyoruz. Peygamberler ve evliyalar ise, sadece Allah'ın nimetine kavuşmaya birer vesile ve birer sebeptir. Hakiki ihsan sahibi, ancak Allah'tır.
Daha birçok farklar var. Hangisini izah edelim? Bu kadar fark varken, sizler nasıl olur da puta yapılan tevessülle, Allah'ın salih kullarına yapılan tevessülü bir tutuyorsunuz? Eğer bir olsaydı, Kur’an'da salih kullara tevessülü haram kılan bir ayet olmaz mıydı? Ama böyle bir ayet yok. Kur'an'ın hangi köşesine baksanız, böyle bir ayet bulamazsınız...
Sizler ey tevessülü inkar eden bedbahtlar, Allah’ın ayetlerini kafanıza göre nasıl tefsir ediyorsunuz? Mutlak ayetlere, vehminizle nasıl kayıt koyuyorsunuz? Bunu yaparken Allah'tan hiç korkmuyor musunuz? Sizi hidayete ve Ehl-i sünnet itikadına davet ediyoruz. En azından, bu milletin itikadını bozmamaya davet ediyoruz...
Tevessüle ait Dokuzuncu Kur'an delilimizi burada tamamladık. Şimdi Onuncu Delilimize geçelim.
ONUNCU DELİL
Tevessülün caiz olduğuna dair göstereceğimiz Onuncu Delil, Munafikun suresinin 5. ayet-i kerimesidir. Bu ayet-i kerimede şöyle buyrulur:
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ "Onlara denildiğinde", تَعَالَوْا "gelin" يَسْتَغْفِرْ لَكُمْ رَسُولُ اللَّهِ Allah'ın resulü sizin için af dilesin... Onlara, gelin, Allah'ın resulü sizin için af dilesin, denildiğinde; لَوَّوْا رُؤُوسَهُمْ "başlarını çevirirler" وَرَأَيْتَهُمْ يَصُدُّونَ وَهُم مُسْتَكْبِرُونَ "ve onları, büyüklük taslayarak yüz çevirmiş bir halde görürsün..."
Manaya bir daha dikkat kesilelim: Onlara, "Gelin, Allah'ın Resulü sizin için af dilesin." denildiğinde başlarını çevirirler ve onları, büyüklük taslayarak yüz çevirmiş bir halde görürsün... Şimdi bu ayet-i kerime üzerinde biraz tahlil yapalım...
Ayet-i kerimede onlara ne deniliyor? Deniliyor ki, "Gelin, Allah'ın Resulü sizin için af dilesin..."
Şimdi sorumuz şu: Onların Peygamber Efendimize gelmeleri ve peygamberimizin onlar için af dilemesi tevessül değil midir?..
Bu, apaçık bir tevessüldür... Zira tevessül neydi? Tevessül, kişinin Allah'ın affına ya da başka bir arzusuna nail olabilmesi için, Allah ile kendi arasına salih bir kulu koymasıydı... Ayet-i kerimenin açık beyanıyla; onlardan Allah'ın resulüne gelmeleri isteniyor, yani Allah ile aralarına Peygamberimizi koymaları emrediliyor, ve deniliyor ki: "Gelin, Allah'ın Resulü sizin için af dilesin..." İşte bu, inkarı mümkün olmayan bir tevessüldür... Tevessül caiz değilse ne diye Peygamberimizin onlar için af dileyecek olmasından bahsediliyor?.. Araya peygamberi koymak caiz olmasaydı, onlara: "Gelin, Allah'ın Resulü sizin için af dilesin." denilir miydi?..
"Gelin, Allah'ın Resulü sizin için af dilesin." sözü, Allah'ın Resulüne tevessül edin; Allah ile aranıza onu koyun; o da sizin için af dilesin, manasındadır. Bu da tevessülün ta kendisidir...
Peki ayet nasıl devam ediyor?.. Rabbimiz diyor ki: “Onlara böyle denildiğinde, başlarını çevirirler ve kibirlenirler...” İşte siz, bu zümreye dahilsiniz... Biz size: gelin, Peygamberimizin hürmetine isteyin, dediğimizde; bize: "Araya peygamber giremez, biz onun hürmetine falan istemeyiz." diyorsunuz. Bu, ayetin ifade ettiği, yüz çevirmek ve kibirlenmek değil midir?..
Bak, şu sözüme dikkat et! Eğer tevessül caiz olmasaydı ve şirk olsaydı, onlardan Peygamberimize gelmeleri istenmez ve Peygamberimizin onlar için af dileyeceğinden bahsedilmezdi...
Onuncu Delilimizi de burada noktalayalım.
Bu delille birlikte, artık Kur'an'ın kapısını kapatıyor ve hadis-i şeriflerin kapısını açıyoruz. Dersimizin bundan sonraki bölümünde, tevessülü, hadis-i şeriflerle ve sahabe efendilerimizin uygulamalarıyla ispat edeceğiz. Tevessülü inkar edenler: "Eğer tevessül caiz olsaydı, sahabe tevessül ederdi, halbuki onlar tevessül etmemişler." diyorlar. İşte eserin bundan sonraki bölümünde, sahabeler tevessül etmiş mi etmemiş mi bunu göstereceğiz. Her zaman dediğimiz gibi inayet ve tevfik Allah'tandır.
TEVESSÜL HAKKINDAKİ HADİS-İ ŞERİFLER
BİRİNCİ HADİS
Sohbetimizin bu bölümüne kadar tevessülü, Kur'an'ın ayetleriyle ispat ettik. Yaklaşık yirmi sayfa Kur'an ayetleri üzerinde tahliller yaptık. Şimdi ise tevessülü, hadis-i şeriflerle ispat edecek ve hadis-i şerifleri kaynaklarıyla inceleyeceğiz. Göstereceğimiz ilk hadis, Hz. Ömer'in naklettiği şu hadis-i şeriftir:
لَمَّا اقْتَرَفَ آدَمُ الْخَطِيئَةَ Âdem (as) hatayı işlediğinde, يَا رَبِّ قَالَ dedi ki, Ey Rabbim! أَسْأَلُكَ بِحَقِّ مُحَمَّدٍ لَمَا غَفَرْتَ لِى Muhammed'in hakkı için senden beni affetmeni istiyorum. فَقَالَ اللَّهُ Bunun üzerine Allah Teala dedi ki, يَا آدَمُ Ey Âdem, وَكَيْفَ عَرَفْتَ مُحَمَّداً وَلَمْ أَخْلُقْهُ Ben daha onu yaratmamışken sen Muhammed'i nasıl bildin, يَا رَبِّ قَالَ Hz. Âdem dedi ki, Ey Rabbim! لِأَنَّكَ لَمَّا خَلَقْتَنِي بِيَدِكَ وَنَفَخْتَ فِيَّ مِنْ رُوحِكَ Şüphesiz sen beni -kudret- elinle yaratıp bana ruhundan üflediğinde, رَفَعْتُ رَأْسِي başımı kaldırdım, فَرَأَيْتُ عَلَى قَوَائِمِ الْعَرْشِ مَكْتُوبًا ve arşın direkleri üzerinde şöyle yazılı gördüm, لا إله إلا الله ، محمد رسول الله Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur ve Muhammed Allah'ın resulüdür, فَعَلِمْتُ bunun üzerine bildim ki, أَنَّكَ لَمْ تُضِفْ إِلَى اِسْمِكَ إِلاَّ أَحَبَّ الْخَلْقِ إِلَيْكَ Şüphesiz sen, kendi isminin yanına ancak kullarından en çok sevdiğinin ismini katarsın. فَقَالَ اللَّهُ Allah-u Teala da dedi ki: صَدَقْتَ يَا آدَمُ doğru söyledin ey Âdem, إِنَّهُ لَأَحَبُّ الْخَلْقِ إِليَّ şüphesiz O, kullarımın bana en sevgilisidir. اُدْعُنِي بِحَقِّهِ onun hakkıyla -yani onun hürmetine- dua et, فَقَدْ غَفَرْتُ لَكَ şüphesiz ben de seni affettim, وَلَوْلاَ مُحَمَّدٌ مَا خَلَقْتُكَ eğer Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım...
Gördüğünüz gibi, Hz. Âdem, Peygamberimiz ile tevessül ediyor ve Onun hürmetine af diliyor. Allah Teala da اُدْعُنِي بِحَقِّهِ "Onun hakkıyla dua et." diyerek, peygamberimizle tevessül etmesini emrediyor...
Bu hadis-i şerifi; Hakim "Müstedrek"te sahih olarak nakletmiştir... Yine İmam Suyuti, "Hasâis-i Nebeviye" isimli eserinde sahih olarak rivayet etmiştir... İmam Beyhaki ki, “Delail-i Nübüvve” isimli eserinin başında, mevzu hadisleri rivayet etmediğini belirtmiş ve bu eserinde mezkur hadisi rivayet etmiştir... Kastalâni ve Zürkâni bu hadisi, "Mevahib-i Leduniyye" de nakletmiştir... İmam Subki, "Şifaü-s Sikam" da; İmam Taberani, "Evsat" ta; "Şeyhülislam Belkini "Fetavâ"sında; İbnü’l-Cevzi "Vefa" isimli eserinde; İbni Kesir "Bidaye" isimli eserinde bu hadisi nakletmişlerdir...
Bu hadis-i şeriften dolayı, Ebu Cafer Hazretleri, Resulullahın huzurunda dua ederken Peygamberimizin kabrine yönelmenin hükmünü İmam Malik'ten sorduğunda, İmam Malik ona şöyle cevap vermiştir:
"Resulullah, senin ve baban Âdem'in kıyamet günü vesilesi iken, niçin yüzünü ondan dönüyorsun..."
Senedi bu kadar kuvvetli olan bu hadis-i şerif, aynı zamanda, gaibe tevessül edilebileceğine de delildir. Çünkü Hz. Âdem (as), Peygamberimizin ismiyle tevessül ettiğinde, daha Peygamberimiz yaratılmamıştı. Demek hayatta olmayan kimseyle tevessül caizdir ve bunu ilk yapan Hz. Âdem’dir...
Sözü daha fazla uzatmadan, tevessülün cevazına dair Birinci hadisimizin tahlilini burada tamamlayalım ve şimdi İkinci hadis-i şerife geçelim...
İKİNCİ HADİS
Tevessülü inkar edenler, "Sahabeler tevessül yapmamıştır." diyorlar. Nakledeceğimiz bu İkinci hadis-i şerif, sahabelerin tevessül yaptığını göstermekte ve "Sahabeler tevessül yapmamıştır." sözünün ne kadar yalan olduğunu ortaya koymaktadır. Hadis-i şerifi, Osman İbni Huneyf Hazretleri nakletmiştir. O şöyle diyor:
اَنَّ رَجُلاً ضَرِيرَ الْبَصَرِ أَتَى النَّبِيَّ Kör bir adam Nebi (asm)'a geldi, فَقَالَ ve dedi ki, اُدْعُ اللَّهَ أَنْ يُعَافِيَنِي Allah'ın beni iyileştirmesi için dua et... Bunun üzerine Efendimiz (asm) dedi ki: إِنْ شِئْتَ دَعَوْتُ eğer istersen dua ederim, وَإِنْ شِئْتَ صَبَرْتَ eğer istersen sabret, فَهُوَ خَيْرٌ لَكَ bu -yani sabretmen- senin için daha hayırlıdır... Bunun üzerine adam: فَادْعُهْ "Dua et." dedi... Peygamber Efendimiz (asm) ona güzelce abdest almasını ve iki rekat namaz kıldıktan sonra şu duayı yapmasını emretti:
اللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ وَأَتَوَجَّهُ إِلَيْكَ بِنَبِيِّكَ مُحَمَّدٍ نَبِيِّ الرَّحْمَةِ Ey Allah'ım, şüphesiz ben senden, rahmet nebisi olan Peygamberin Muhammed ile istiyor ve onunla sana yöneliyorum. يَا مُحَمَّد Ey Muhammed, إِنِّي تَوَجَّهْتُ بِكَ إِلَى رَبِّي فِي حَاجَتِي هَذِهِ لِتُقْضَى bu ihtiyacımın yerine getirilmesi için seninle Rabbime yöneldim, اللَّهُمَّ فَشَفِّعْهُ فِيَّ Ey Allah'ım, onu benim hakkımda şefaatçi kıl...”
Bir daha dikkat edin, Peygamber Efendimiz, ona nasıl dua etmesini emrediyor:
"Ey Allah'ım, şüphesiz ben senden rahmet nebisi olan Peygamberin Muhammed ile istiyor ve onunla sana yöneliyorum. Ey Muhammed, bu ihtiyacımın yerine getirilmesi için seninle Rabbime yöneldim. Ey Allah'ım, Onu benim hakkımda şefaatçi kıl..."
Bakın, âmâ sahabeye, kendisiyle tevessül etmesini bizzat Peygamber Efendimiz emrediyor. Hadis-i şerifin ravisi İbni Huneyf diyor ki:
“Bu zat gitti, biz daha Resulullahın huzurundan ayrılmamıştık ki tekrar geldi, baktık ki gözleri iyi olmuş...”
İmam Tırmizi Hazretleri bu hadis hakkında şöyle der: Bu, hasen, sahih bir hadistir. Biz onu Ebu Cafer Hatmi tarikinden bilmekteyiz... Ebu İshak, bu hadisin sahih olduğunu söylemiştir... Yine Hakim, hadisin sahih olduğunu söylemekte ve Zehebi ona muvafakat etmektedir... Buhari "Târihu’l-Kebir" eserinde bu hadisi nakleder... İbni Mace bu rivayeti sahih bulur... İmam Nesei, İbni Hibban, Ebu Nuaym, İmam Beyhaki ve Münzirî gibi birçok hadis hafızı bu rivayetin sahih olduğunu söyler. Yani bu kadar muhaddis, bu hadisin sıhhatinde ittifak etmişlerdir...
Bu hadis-i şerifteki mühim nokta, âmâ sahabeye öğretilen, "Peygamberin ile sana yöneliyorum." duasıdır. Burada, Hz. Peygamberin olmadığı bir mekandan seslenme vardır... Ayrıca hadisin açık beyanıyla, Peygamberimizin duasıyla tevessül edilmemiş, bizzat peygamberimizin zatıyla tevessül edilmiştir. Bunu delili, "Ey Muhammed, ben senin ile Rabbime yöneldim." denmiş; "Peygamberin duasıyla yöneldim" denmemiştir...
Demek bu hadiste, tevessülün iki çeşidine işaret vardır. Şöyle ki: Âmâ zat, Peygamber Efendimizin Allah katındaki değerini biliyordu. Bu sebeple ona gidip kendisi için dua etmesini isteyerek tevessülün çeşitlerinden birini yaptı. Peygamberimiz de ona öğrettiği duayla, caiz olan tevessüllerden diğerini tatbik ettirdi. Yani ona eve gidip, Peygamberimizin olmadığı o mekanda onun adını anarak dua etmesini söyledi. Bu sahabe de evinde, Resulullahın olmadığı o yerde, ona tevessül ederek dua etti ve neticede matlubuna nail oldu. Demek bu hadis, sadece tevessülün caiz olduğuna değil; aynı zamanda, gaibde olana tevessül edilebileceğine de delildir...
Ayrıca hadisin bir rivayetinde şu ziyadelik vardır:
وَ اِنْ كَانَتْ حَاجَةً فَافْعَلْ مِثْلَ ذَلِكَ "Eğer bir ihtiyaç olursa, bunun gibi yap."...
Bu ziyadeyi, İbni Ebi Heysem sahih bir senetle rivayet etmiştir. Bu ziyadeliğe göre, bu dua sadece o an için geçerli olmayıp, bütün ihtiyaçlar için, her vakit yapılabilecek bir duadır... Bu sebeple, hadisin ravisi olan Osman İbni Huneyf, Peygamberimizin vefatından sonra insanlara bu duayı öğretmiş ve ihtiyacı olanların bu duayla Peygamberimize tevessül etmesini nasihat etmiştir. İmam Taberani, Hz . Osman'ın halifeliği zamanında, İbni Huneyf'ten bu duayı öğrenen kişinin, bu duayla matlubuna nasıl nail olduğunu "Mu'cemu’l-Kebir" isimli eserinde uzunca zikreder...
Bu hadis-i şerif hakkında söylenecek daha çok söz var. Biz daha fazla uzatmamak için hadisin tahlilini burada kesiyor ve son olarak diyoruz ki: Peygamberimiz (asm), âmâ olan sahabeye kendisiyle tevessül etmesini emretmiş; bu sahabe de evine giderek Peygamberimizin zatıyla tevessül etmiştir. Hadisin sıhhati hakkında hadis alimlerinin sözlerini işittiniz, daha fazla söze hacet yoktur.
Şimdi bu delili tamamlıyor ve Üçüncü hadis-i şerife geçiyoruz.
Sorularla İslamiyet