Toplumumuzda değişim süreçlerinden en çok etkilenen ve değişimi en ziyade yansıtanlar, kadınlardır. Türkiye’de kadın meselesi, Tanzimat’tan beri kurumsal ideoloji tarafından modernleşmeci bir zihniyetle ele alınmış ve kadın, farklı toplumsal problemlerde bir odak olarak seçilip umumi bir kalkınma için çözülmesi gereken bir ‘mesele’ nazarıyla farklı açılardan gündeme taşınmıştır
Osmanlı’da kadına dair meselelerin hâlihazırda güncelliğini koruduğu ve buna ilişkin değerlendirmelerin farklı bakışlarla şekillendirildiği görülmektedir. Oryantalist[1] yaklaşımın izahıyla, haremde parmaklıklar ardında tasvir edilen ve her türlü haktan mahrum bırakılarak tecrit hayatı süren kadın portresiyle sıkça karşılaşılmaktadır. Buna göre, manevi derinliği olmayan ve fikrî, ilmî sahaların çok uzağında intibaı uyandıran; yalnızca kadınlığa mahsus ahvalinin mübalağalı –çoğu kez hakikatine aykırı- olarak vurgulandığı kadın, dışarıdaki tesettürlü giyim kuşamıyla da bazı kesimlerce tahkir edilmiştir. Diğer bir portre ise Osmanlı siyaset hayatında yozlaşmayı imleyen ve hükümet işlerine müdahil, fitnebaz kadınlara aittir.
Oryantalist bakışın etkisiyle Osmanlı’da kadın söylemlerindeki birçok tahfif edici hususun inceden inceye İslamiyet’le ilişkilendirildiği malumdur. Bunu temin eden sözde sebeplerden biri, İslamiyet öncesi Türk kadınının Müslüman kadınla bir kıyasa tabi tutulmasıdır. Bu bağlamda İslamiyet öncesi ve İslami dönemdeki toplumsal hayatımıza nazarımızı çevirmek, konunun izahına katkı sağlayacaktır.
Henüz toprağa bağlı olmayan, göçebe hayat şartlarının belirlediği eski kültürümüzde hâne reisi olan babanın yanında anne de dışa dönük ve faal bir kimlik edinmiştir. Ata binen, silah kuşanan ve savaşabilen kadın, yaşadığı kültürel coğrafyanın ve mensubu olduğu milletin temel dinamiklerince belirlenen bir rol üstlenmiştir. Bu rolün çetin hayat şartlarının tesiriyle eril bir karaktere yaklaştığını söylemek mümkündür.
Türklerin kitleler halinde İslamiyet’le şereflenmesi, yerleşik hayatı benimseyiş dönemlerine tekabül etmektedir. Bu süreçte İslamiyet’in şehirleşmeyi ve yerleşik düzeni teşvik etmesinin payı mühimdir. Geçiş döneminde kadının önceki devirlerden varisi olduğu bazı özellikleri koruduğu, fakat artık İslamî hayat üslubuna da bürünmeye başladığı görülür.
Anadolu Selçukluları döneminde kurulup Osmanlı devletinin ilk zamanlarına kadar varlığını sürdüren Bâcıyân-ı Rûm adlı kadın teşkilatı, Âşıkpaşazâde’nin Osmanlı’nın kuruluşunda ve temellerinde etkili olarak saydığı dört temel yapılanmadan birisidir. Bu teşkilatın köylerde, şehirlerde ve uçlarda çeşitli faaliyetlerde bulunduğu nakledilmektedir. Dinî- tasavvufî etkinlikler, dönemin koşulları nispetinde kadınlara yönelik eğitim verilmesi, bazı askerî hizmetler, örgücülük, dokumacılık gibi zanaatlar, kimsesizlere ve yoksullara yönelik çalışmalar, imece usulü yürütülen işler bu teşkilatın hizmetlerindendir (Bayram, 2008: 81). Klasik döneme geçişte ise bilhassa şehirlerde kadınların bazı faaliyetleri hâne içine yönlendirilmiştir. Bu durum bir hak mahrumiyeti gibi algılansa da, Osmanlı toplumuna münhasır mahremiyet ilkesinin inşası, esasında kadına cemiyet içinde nezafetli, itibarlı, hususi bir mevki temin etmiştir.
Oryantalistler tarafından Osmanlı kadınına dair edinilen bilgilerin önemli bir bölümü yabancı seyyahların gözlemlerine dayanmaktadır. Ancak ekseri erkek olan bu seyyahlar, kadınların sadece dışarı hayatını izleyebilmişler yahut başka milletlere mensup kadınların aktarımlarından yararlanmışlardır. Ne var ki, bu aktarımların çoğu zaman yüzeysel ya da tarafgir olduğu belirtilmektedir (Baş, 2006: 23).
Öte yandan Osmanlı Devleti’ni ziyaret eden bazı seyyahlar da Batı’nın ön yargılarının aksine, Osmanlı kadınının muteber konumundan bahsetmişler ve bu konumu kendi ülkelerindeki mevcut durumlardan çok daha makbul görmüşlerdir (Akman, 2011: 47). 1836 yılında İstanbul’a gelen İngiliz kadın gezgin Julia Pardoe, şunları nakletmiştir:
“Eğer hepimiz özgürlüğün mutluluk demek olduğuna inanıyorsak, o zaman Türk kadınları çok mutlular, çünkü imparatorlukta yaşayan en özgür kişiler onlar. Daha önce de belirttiğim gibi, Osmanlı’da kadınlara kocalarına karşı kendilerini ilgilendiren bir konuda söz söyleme, onlara sitem etme, onları yönlendirme hatta bu konularda ısrar etme hakkı verilmiştir” (Akman, 2011: 50).
Bir Osmanlı şehri olan Bursa’da kadının sosyo-ekonomik konumunu inceleyen Haim Gerber’in çalışması da, bu konudaki ön yargılara bir cevap kabilindedir. Gerber araştırmasını XVII. asır Bursa’sının şer’iyye sicillerine dayandırmaktadır. Buna göre, 2000 terekeden sadece 20’sinde çok eşliliğe rastlanmış, kadınların mirastan İslam hukukuna göre pay almalarında hassas davranıldığı ortaya konmuş, el zanaatları ile uğraşan kadınların şehrin ekonomik çehresini etkilediği tespit edilmiş ve bu bağlamda birçok husus üzerinde durulmuştur (Gerber, 1980: 231-244; aktaran Erten, 1998: 338).
Osmanlı’da kadın mevzusunun bir yönü de eğitim ve evlilikle alâkalıdır. Kız çocuklarının eğitimi beş altı yaşlarında sıbyan mektebinde başlamakta ve birkaç yıl burada devam ettikten sonra ailelerinin tasarruf ve imkânlarına göre bir gidişat belirlenmektedir. Bazen yetkin bir babanın refakatinde süren bu eğitim, kimi zaman da özel bir hocanın rahle-i tedrisinde devam eder. Osmanlı cemiyetinde bilhassa ulemâ sınıfından olan babaların kızlarının eğitimlerinde hassas davrandıkları görülür. Bu sınıfa mensup olanların muhafazakâr bir yaklaşımla kız çocuklarının eğitimine mesafeli olmaları, biyografik incelemelere göre doğru değildir. Mesela XVIII. asrın ünlü şairesi Fitnat Hanım meşhur şeyhülislam İsmail Hakkı Esat Efendi’nin kızıdır (Ortaylı, 2001: 54-55). Bir tarikat dergâhına devam edip çeşitli ilimlerin yanında şiir ve musikide hüner devşirmek ve göstermek de eğitimin diğer bir yüzüdür. Kastamonulu bir kadı kızı olan şaire Zeynep Hanım, Baki’nin hanımı şaire Tuti Hatun ve sarayda yetişen bestekâr Dilhayat Kalfa, iyi eğitim almış, meşhur kadınlardan birkaçıdır.
Kaynaklarda “Kadın Mektebi” adı verilen mekteplerden de bahsedilmektedir. Bu mekteplerin hocaları, “zamanında iyi okumuş, tâlim-i ibtidâ derecesinde ders görmüş, çoğu Kur’an-ı Kerim’i ezberleyerek hâfıza olmuş, hatta ilâhî ve kasideleri usûl-i musiki ile okuyup öğretebilecek hale gelmiş, yaşını başını almış hanımlardır” (Abdülaziz Bey, 2000: 100). Bu hanımların kendi evlerini talebelere açtıkları belirtilmiştir:
“Bu kadın mekteplerinde okuma tekniğinden başka, Envârü’l Âşikîn (Osmanlıca bir tasavvuf eseri), Hulviyyât (tatlılar üzerine bir eser), Ahmediyye (Osmanlıca manzum siyer), Muhammediyye ( Birgivi’nin Tarikat-i Muhammediye adlı eseri), Dürr-i Yektâ (ilmihal), Mızraklı İlmihal kitapları okutulurdu. Usûli mûsiki ile Mevlid-i Şerif, Kaside-i Bür’e (İmam Busayri’nin peygamber aşkı dolu şiiri), ilâhî ve Nât-ı Şerif-i Nebevî okutulmaya çalışılırdı. Kızlara sülüs ve nesih yazıları öğretilir “ketebe” alan genç hanım kızlara çok parlak ketebe cemiyetleri yapılırdı. Ketebe almış hanımlar içinde Mushaf-ı şerîf, şifâ-i şerîf, delâil-i şerîf ve hilye-i şerîf ve çeşitli levhaları yazmış olanlar da vardı. Mûsikişinas Osmanlı hanımlarından bu kadın mekteplerinde haftalık ücretle kız talebelere mûsiki dersi verenler de vardır” (Abdülaziz Bey, 2000: 100).
Osmanlı toplumunda aile kurumunun teşekkülü ve devamına hassasiyetle gayret edilmiş, bu kurum şer’i ve örfi hukuk kurallarıyla muhafaza edilmiştir. Tereke defterleri üzerinde yapılan araştırmalara göre, Osmanlı’da çok eşliliğin zannedildiği nispette yaygın olmadığı görülür. Çok eşliliğe daha ziyade bazı kamu görevlilerinde ve askeri sınıfta rastlandığı, fakat bu oranın da yüzde 2-5 arasında seyrettiği ifade edilmektedir. Cemiyetteki çok eşlilik oranı oldukça az olsa da, bunun gayr-ı ahlaki ve gayr-ı kanuni bir düzleminin olmadığını belirtmek gerekmektedir. Öte yandan Klasik dönem âlimi Kınalızade Ali Çelebi, meşhur Ahlak-ı Âlâî isimli eserinde çok eşlilik için Osmanlı toplumundaki olumsuz yaklaşımdan bahsetmiştir. Sosyo kültürel dokuyu yansıtan bu esere göre, Osmanlı ailesi umumiyetle çok eşli değildir (Ortaylı, 2001: 90).
Şer’iye sicilleriyle ilgili ilk ciddi çalışmayı yapan yabancı araştırmacı Ronald Jennings, XVII. asrın Kayseri’sinde Anadolu kadınının adlî, mülkî ve iktisadî sahalardaki varlığını değerlendirmiştir. Jennings’in bu araştırması, 1590-1630 yılları arasındaki bin sekiz yüzü aşkın Kayseri mahkeme kayıtlarına dayanmaktadır. Buna göre Anadolu kadını sanıldığının aksine olarak içtimai hayatın dışına itilmiş ve hukuki hakları elinden alınmış değildir. Dava açabilmekte ve başkası tarafından dava edilebilmekte olan kadın, eşinden dahi şikâyetçi olabilmektedir (Baş, 2006: 1-2).
Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nden edinilen veriler, borç veren, emlâk satın alan veya satan, mülkünü işletebilen, vakıf kuran, ticari faaliyetler yürütebilen ve çeşitli zanaat kollarında çalışabilen kadınlardan bahsetmektedir. Bilhassa taşra kesiminde kadınlar, kanunlar ve sosyal normlar nispetinde tarım, el sanatları ve atölyelerde üretimde faaldirler. Bağ-bahçe ve çiftlik işletmeciliği, dükkân, fırın, hamam işletmeciliği, mütevellîlik, ebelik, hocalık kadınların istihdam alanlarındandır, (Baş, 2006: 51) Tanzimat dönemindeki sosyo ekonomik değişimler ile kadının iş hayatındaki etkinliği daha da artmıştır. Bunun yanında savaşlarla ortaya çıkan ailevi ve iktisadi problemler de bu etkinliği pekiştirmiş ve kadının çalışma sahasını genişletmiştir.[2]
[1] Oryantalizmle ilgili en kapsamlı tanımlamayı yapan Edward Said, oryantalizmi masum bir Şarkiyatçılık çerçevesinin çok ötesinde şöyle açıklar: “XVIII. yüzyıl sonlarını kabaca belirlenmiş bir başlangıç noktası kabul edersek oryantalizm Şark ile uğraşan toplu müessesedir; yani Şark hakkında hükümlerde bulunur, Şark hakkındaki kanaatleri onayından geçirir, Şark’ı tasvir eder, tedris eder, iskân eder, yönetir; kısacası Doğu’ya hâkim olmak, onu yeniden kurmak ve onun âmiri olmak için Batı’nın bulduğu bir yoldur” (Oryantalizm, s. 15-16).
[2] Konunun devamı “Kadın Kimliğinin Batılılaşma ile İmtihanı ve Bu İmtihanda Bir Eşik: Tanzimat” başlığıyla inşallah yayınlanacaktır.