Bediüzzaman Hazretleri, Doğu Beyazıtta 15 yaşında iken tahsilini tamamlar ve Şeyh Mehmed Celali Hazretleri tarafından kendisine icazet verilir. İcazetini aldıktan sonra yaklaşık on beş yıl boyunca doğu medreselerini gezer, doğu ve güneydoğu illerindeki önemli problemleri ve özellikle eğitim konusundaki ciddi sıkıntıları yerinde tespit eder. Bu dönemde Vanda ikamet ettiği sıralarda Vali Tahir Paşanın da yardımları ile dünyadaki gelişmeleri yakından takip etme imkânı bulur. Bu problemlerin çözümü ve maarif, sanat ve fünun noktasında Şarkın uyandırılması maksadıyla Medreset-üz Zehra projesini hazırlar. 1907 yılının sonlarına doğru bu maksadını gerçekleştirmek maksadıyla İstanbula gelir. Padişah Sultan Abdulhamid ile görüşme imkânı bulamaz, ancak projesinin esas hatlarını ifade eden bir dilekçe hazırlayarak Saraya takdim eder.
Arabî vacip, Kürdi caiz, Türkî lazım diyerek Medreset-üz Zehranın üç dilde eğitim yapması gerektiğini ifade ile mahalli dil olan Kürtçenin, resmi dil olan Türkçenin, İslami ve ilim dili olan Arapçanın bir arada bulunmasının lüzum ve önemine işaret eder. Ayrıca burada hizmet verecek öğretim elemanlarının zülcehaneyn olmaları yani dini ve dünyevi ilimlere vakıf olmaları gerektiğini, Kürtçeye aşina olmaları ve Türklerin ve Kürtlerin itimat ettiği kimselerden seçilmesi gerektiğini belirtir.
Bu projenin gerçekleşmesi halinde neşredeceği semeratla, tamim edeceği ziya ile, İslâmiyete edeceği hizmetle ukul (akıllar) yanında en âlâ bir mektep olduğu gibi, kulûb (kalpler) yanında en ekmel bir medrese, vicdanlar nazarında en mukaddes bir zaviyeyi temsil edeceğini de ifade etmektedir. Bunun semeresi olarak da, Kürt ve Türk ulemasının istikbalinin temin edileceğini; maarifin, Kürdistana medrese kapısıyla gireceğini; meşrutiyetin ve hürriyetin mehasinini göstererek ondan istifade ettireceğini de ilave eden Bediüzzaman, netice olarak ehl-i mektep, ehl-i medrese ve ehl-i tekkenin barışacağını, bunların birbirlerini noksanını tamamlayan bir bütün haline gelerek, bir Meclis-i Şura hükmüne geçeceğini beliğ bir şekilde beyan eder. (Münazarat, sayfa. 128 ve sonrası)
Resmi destekli, özel statülü bir yüksek okul olarak düşünülen ve ihtiyaç halinde birçok doğu vilayetinde şubelerinin açılmasının çok büyük yararlar sağlayacağını düşündüğü bu proje, o zamanın olağanüstü şartları içerisinde ne yazık ki gerçekleşemedi. Bediüzzaman, bu çabasından ve niyetinden asla vazgeçmedi. Vefat edinceye kadar yetkililerle olan temaslarında bu konuyu hep gündemde tutmaya devam etti.
Birinci Dünya Savaşı ve İstiklal Mücadelesi döneminde bu idealini gerçekleştirecek şartlar mevcut değildi. Şarkta bir Milis Alayı kurarak birçok cephede, özellikle Pasinlerde çok büyük kahramanlıklar gösterdi. Bitlis savunmasında ayağı kırılıp Ruslara esir düşünceye kadar bu mücadelesine devam etti. Tamamen Kürt Aşiretlerinden oluşan, önceleri Hamidiye Alayları olarak isimlendirilen, ancak Sultan 2. Abdulhamidin tahttan uzaklaştırılmasından sonra Aşiret Alayları adı verilen askeri birlikler de, bu savaşta Doğu Cephesinde Rus ve Ermenilere karşı vatan savunmasında çok büyük hizmetlerde bulundu. Bu Aşiret Alayları aynı şekilde Kurtuluş Savaşında da, Kuvva-yı Milliye ile birlikte vatanın işgalden kurtarılması için çok yararlı hizmetlerde bulundu. Cumhuriyetin ilanından sonra, kurumların yeniden yapılandırılması projesi çerçevesinde bu Aşiret Alayları lağvedilmiştir. Yüz binlerce Kürt genci, Türk kardeşleri ile birlikte Çanakkalede ve diğer bütün cephelerde omuz omuza, hiçbir ayrılık ve gayrilik düşüncesi taşımadan vatan müdafaası ve kurtuluşu için kahramanca mücadele etmiş ve şehit olmuştur.
Türkiye 1 Ocak 2009 tarihi ile birlikte yepyeni bir döneme girdi. Birkaç yıl önce bile gerçekleşmesine asla ihtimal verilmeyen bir Kürtçe televizyon kanalı yayına başladı. Hem de devlete bağlı resmi bir yayın kuruluşu olan TRT bünyesinde yayına başlayan ve yirmi dört saat Kürtçe yayın yapan TRT Şeş ile artık çok şeyin değiştiği resmi olarak tescil edildi. Bu durum doğu illerinde yaşayan ve devletten yıllardır bu alanda şefkat ve sevgi dolu bir adım bekleyen bütün vatandaşlarımızı şüphesiz ki çok memnun etmiştir.
Aslında bu ülkenin coğrafyası, çok zorlu ve sıkıntılı bir yüz yıl geçirdi. Çok zor şartlar altında mağlubiyet ile sonuçlanan bir Birinci Dünya Savaşı yaşandı. Çok yetersiz imkanlarla, fakat büyük bir azim, inanç ve kararlılık ile bir İstiklal Mücadelesinden geçildi. Yedi düvele karşı iman ve azmin neticesi olarak, Türkler ve Kürtler birlikte hiçbir olumsuz düşünce içinde olmadan büyük bir haysiyet ve şeref mücadelesi verdiler. Bu ülkeyi çok büyük bir bedel ödeyerek ve büyük acılar yaşayarak kurtardılar.
Fakat sonraları bir şeyler değişmeye başladı. Bugün bile bütün yönleri ile açıklığa kavuşmamış bir Şeyh Said Hadisesi yaşandı. Arkasından Takrir-i Sükun Kanunu çıktı. Doğu illerinde büyük trajediler yaşandı. On binlerce insan evlerinden, yurtlarından edildi. Bu büyük sürgün trajedisi ile köylerinden, memleketlerinden ayrılmak zorunda bırakılan bu insanlar, gurbet ellerde, bilmedikleri, yabancısı oldukları bölgelerde aç ve sefil bir şekilde yaşamak zorunda bırakıldılar.
1937-1938 yıllarında Dersim Bölgesinde çok daha büyük bir trajedi yaşandı. Binlerce insan öldürüldü. Çok daha büyük bir sürgün furyası başladı. Olağanüstü yetkilerle donanmış valilerin marifetiyle büyük bir savaşta yaşanabilecek bütün felaketler ve zulümlere başvuruldu. Nokta Dergisi, Trabzondaki İngiliz Temsilciliği tarafından 27 Eylül 1938 tarihinde İngiltereye gönderilen bir belge yayınladı. Bu belgenin son bölümünde şu görüşlere yer verilmekteydi:
Kadınlar ve çocuklar da dâhil olmak üzere binlerce Kürt katledildi. Pek çok kişi de Fırat Nehrine atıldı. Daha az kötü muameleye tabi tutulan bölgelerde yaşayan binlercesi ise malları, mülkleri ve hayvanları alıkonularak Orta Anadolunun çeşitli illerine yollandı. Artık söylenen şu: Türkiyede Kürt sorunu bitmiştir.
Daha sonraki yıllarda da küçük-büyük birçok olay yaşandı. 1950 yılı ile birlikte demokratik hayata bir nebze dahi olsa geçilmesi ile birlikte bir rahatlık görülmeye başlandı. Genel demokratik rahatlama ile birlikte, Doğu vilayetlerinde de eskisi ile kıyaslanamayacak ölçüde bir huzur ortamı yavaş yavaş kendini göstermeye başladı. Fakat bürokratik oligarşinin ve devlete hakim olan ırkçı zihniyetin bu durumdan hoşnut olduğunu söyleyemeyiz. Hak ve hukuk ihlalleri hükümetin politikaları gereği değilse bile, bu zihniyet marifetiyle icra sahasına mevzi olarak konulmaya devam edildi.