Biz kaçak çaya alışık olduğumuz için Batı illerine gittiğimiz zaman valizimize bir iki kilo kadar koyar ve yolda yapılacak bir aramada el konulmaması için dua ederdik. Çoğu zaman aramalarda valizimiz açılır ve bütün ricalarımıza karşın az miktardaki çayımıza el konurdu. Batı illerinde yaşayan akrabalarımıza götürebileceğimiz en kıymetli hediye kaçak çay ve Kürtçe kasetlerden ibaretti. Kürtçe kasetler de valizlere konmaz, otobüsün içinde bir yere saklanır ve bulunduğunda da sahip çıkılmazdı. Bu kasetler evden eve, elden ele dolaşır ve kopyaları yapılırdı. Komşulardan dinlemek amacıyla emanet kasetler alınırdı. Önceleri iki teyp yan yana getirilerek kopyalanan ve çok bozuk ve kalitesiz bir ses ile dinlenen bu kasetler, daha sonraları çift kasetçalarlı teyplerin yaygınlaşması ile nispeten daha kaliteli bir şekilde dinlenmeye başlanmıştı. Hatta bu kasetleri çoğaltarak gizli olarak çoğaltıp satan ve bu şekilde geçimlerini sağlayan bazı kişiler de mevcuttu. Sonraları, Almanyaya işçi olarak giden vatandaşlar, izinlere geldikleri zaman çok daha kaliteli Kürtçe kasetler getirmeye başladılar. Kanunen yasaktı ama hemen hemen her evde bir şekilde siyasi içeriği olmayan ve daha çok folklorik özellik taşıyan bu kasetler dinlenmeye başlanmıştı.
1970li yıllarda Kürtçe kaset dinleme ve bulundurma yasağı, neredeyse fiili olarak işlemez hale gelmişti. Çünkü herkes bir şekilde dinliyor, dükkanlarda Kürtçe nağmeler yükseliyor ve düğünlerde hep beraber Kürtçe söylenen türküler eşliğinde halaylar çekiliyordu. 1974 yılının ortalarında Kıbrıs Harekâtının yapıldığı günlerde, ilçemiz ilk olarak televizyon yayınları ile tanıştı. Evlere henüz televizyon alınmamıştı, ancak bazı çay ocakları müşteri çekmek amacıyla televizyon almaya başlamışlardı. O günlerde Bağdat televizyonunun yayınları Türk televizyonlarından çok daha net bir şekilde seyrediliyordu. Zaman zaman Mehmet Arif Cizrawi Bağdat televizyonunda görünür, bölgemizin zengin folklorunu yansıtan eserlerini seslendirirdi. İşte o zaman çay ocağı sahiplerinin işleri birkaç kat artardı. Çünkü bütün çevre esnafı ve yoldan geçen bütün insanlar mutlaka oturur ve hemşerilerini televizyondan seyretmenin hazzını yaşarlardı. Oturacak yer bulamayan insanlar ayakta durarak bu hasretlerini dindirmeye çalışırlardı. Hatta bölgesel bir adet olarak pek dışarı çıkmayan hanımlar bile, bu anları kaçırmaz, çarşaflarını giyerek bir köşeden sessizce bu yayınları seyrederlerdi. Bir de Kıbrıs Barış Harekâtı ile ilgili haber ve görüntüler yayınlandığı zaman, çay ocaklarının önü çok kalabalık olurdu.
1980 yılı 12 Eylül İhtilalinden sonra Milli Güvenlik Konseyi tarafından Kürtçe ile ilgili olarak çok sert ve bir o kadar da saçma bir karar uygulanmaya başlandı. Bütün resmi dairelerde Kürtçe konuşmak yasaklandı. Bu yasak daha önceleri de vardı. Fakat zamanın değişmesi sonucu bu yasak yumuşamış ve hoşgörü ortamı içinde uygulanamaz hale gelmişti. Bunu fark eden Kenan Evren ve Milli Güvenlik Konseyi üyesi arkadaşları yeniden kolları sıvamışlar ve resmi dairelerde Türkçenin dışında başka bir dilin konuşulmasının yasak olduğuna dair bir genelgeyi bütün resmi kurumlara göndermişlerdi. Aynı genelge ile bunun herkesin görebileceği bir büyüklükte yazılarak resmi kurum ve kuruluşların uygun bir yerine asılması istenmişti. Tabii, bu yasak da sadece yazıda ve duvarlarda kalmıştı.
Bu yasak ile birlikte vicdanları kanatan ve sızlatan birçok yasak daha yürürlüğe konmuştu. Bunlar özellikle doğu ve güneydoğudaki şehirlerde uygulamaya konmuştu. Kadınların çarşaf, erkeklerin şalvar giymesi yasaklanmıştı. Bu yasağa uymayan kadınların kocaları karakola götürülerek gözaltına alınıyor, şalvar giyen erkeklerin şalvarları cadde ortasında çıkartılarak don-gömlek cadde ve sokaklarda yürüyerek kendilerine bir pantolon bulabilecekleri bir yere kadar bu şekilde yürümeye mecbur ediliyorlardı. Bu şekilde şalvarı çıkartılan bir vatandaşın, nasıl mahcup ve telaşlı bir şekilde, sokağa doğru koşarak bir an önce evine gitmeye çalışmasını arkadaşlarla beraber büyük bir üzüntü ile seyretmiştik. Annem çarşaf giydiği için, yaşlı ve hasta olan babam karakolda nezarete alınmış ve akşama doğru, araya hatırlı kişilerin girmesi ile serbest bırakılmıştı.
Kenan Evren yıllar sonra, bu Kürtçe konuşma yasağının büyük bir hata olduğunu ve bu kararı vermekten pişman olduğunu söyleyecekti. Ama bunca trajedi ve hazin hadise yaşandıktan sonra bu itiraf da bir anlam ifade etmeyecekti. Diyarbakır Cezaevinde uygulanan, vicdanları sızlatan ve hiçbir insanın asla kabul edemeyeceği işkence örnekleri de bu dönemin en hazin olayları arasındaki yerini almıştı. Bu hapisten çıkanların büyük bir çoğunluğu dağa çıkmış, adeta bu işkencelerle PKKya adam yetiştirilmişti. Hasan Cemalin Kürtler adlı kitabında Demokrat bir aileye mensup olan Felat Cemiloğlunun anlattıkları insanın kanını donduracak cinstendi. Buraya doldurulan ve çok ağır şartlarda işkencelere maruz bırakılan insanların üstelik her sabah hapishanenin Co ismi verilen köpeğine tekmil vermek zorunda bırakılmaları gerçekten çok hazindi. Bu işkence ve hukuk dışı uygulamaların artık bir daha yaşanmayacağının teminatı olarak, Diyarbakır Cezaevinin bir İşkence Müzesi olarak, gelecek nesillere bir ibret tablosu olarak bırakılması gerekmektedir.
Kürt dilinin konuşulmasının önündeki kanuni yasak 1991 yılına kadar devam etti. 25 Ocak 1991 tarihinde Bakanlar Kurulunun aldığı bir karar neticesi, Kürtçe konuşma serbest bırakılmış ve Kürtçe müzik yapmanın önü açılmıştır. Çok hızlı değişen ve gelişen dünyada, teknolojinin önünün hiçbir kanunla ve yasakla kapatılamayacağı ayan beyan ortada iken, bu saçma yasağın bugüne kadar sürmesi bile büyük bir ayıptan ibaretti. Zira kimse doğacağı bölgeyi ve konuşacağı dili sipariş etme hakkına sahip değildi. Bu tamamen Yaratıcının bir tercihidir. İnkâr ve görmemezlikten gelerek fıtri olmayan bir dayatmanın sonuna kadar devam edebilmesi mümkün değildir. 12 Nisan 1991de Türkçeden Başka Dillerde Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun yürürlükten kaldırıldı.
uzeyiroglu@risalehaber.com