Ne tuhaf. Yani anlaşılmaz. Akıl ile aşılmaz. Varlığı anlaşılmaz değil. Varoluşu anlaşılmaz. Varlığının farkındayım. Fakat nasıl varolduğunu anlayamıyorum. Sebep-sonuç ilişkilerinin bittiği nokta: Tuhaflık. Bir bayram. Ne mutlu ona! Ne mutlu onunla karşılaşana! Ne mutlu âdileştirmeden kabullenene! Tuhaf olan sebebini aşan sonuçtur. Nedeninden umulmayan neticedir. Çok şükür. Gaflet oyununu bozandır. Uykulardan ayırandır. Oyunbozandır. 'Oyun ve oyalanma yeri'nin tadını kaçırandır.
Kûn fabrikası. Kef-nûn fabrikası. Kef'in girip nûn'un çıkması. Mantığının çözemediği bir oluş. "Bu nasıl böyle oldu? Bu nasıl böyle oldu? Bu nasıl böyle oldu?" Güvercin yolunu nasıl buldu? Arı balı nasıl akletti? İnek süt yapmayı nereden biliyor? Soruyorsun. Sorman orada olmasını değiştirmiyor. O orada öylece duruyor zaten. Tesiri de üstünde. İnkâr edemezsin. Enfüsî tefekkür bu yüzden amansızdır. Orada olmasından hoşlanıyorsun da. Hele de çocukken. Çocukken karamsarlığın hayalinin ellerinden tutamıyor.
Tuhaf bulduğum çok şeyler oldu. Bazılarına şaşkınlıktan dokunmak istedim. Bazılarında şaşkınlığımdan elimi kalbimin üzerine koydum. Nesnelerin çok azını hatırlarım. Ama şaş getirdiklerimi unutmuyorum. Mümkün olsa kalbimi çıkarıp bakacaktım onlara. "Bu ne yahu?" diyecektim. "Malzemen sanki daha önce yoktu kalbimde. Kim 'hiçten' yarattı seni? İbdasın sen. Biraz ondan biraz bundan işi değil bu. İnşa değil."
Bir kısmı korkuttu beni. Kararsızlıklarından korktum. 'Bana zarar verirler' diye korktum. 'Beni esir alırlar' diye korktum. Türlü şekil korkular tattım onlarda. Onlardan kaçtım. Hissettirdiklerinden ürktüm. Bir kısmı sadece rahatsız etti. Zararlarından emindim. Ama yakışmamalarıyla işkence ediyorlardı. Onlara küstüm.
Tuhaflıkları bir sebep-sonuç ilişkisi içinde açıklayamayışım fiziğimin ayaklarını kaydırdı. Yolumdaki muz kabuğu gibiydiler. Dengemi kaybettim. Emin olamadım. Emin olamamak hem endişenin hem arayışın kaynağı oldu.
Mantık zihnin fiziğidir. Yerçekimi, kütleçekimi, bilmem neyin/nelerin kaldırma kuvveti nasıl madde dediğimiz alanda dengeyi sağlıyorsa, dimağımızdaki dengeyi de mantığın kaideleri sağlıyor. Yani mantıklı bulduğumuz şeye güveniyoruz. Kestirebildiğimiz kadar güvenli bize dünya. Böylece onu fiziğimiz içinde tanımlıyoruz. Havaya attığımız taş düşüyor. Elma ağaçlarının altında çok dolanmıyoruz. Gülümsediğimiz gülümsüyor. Her bebek oynamayı sever. Hiçbir bebek ısırılmaktan hoşlanmaz. Riskler belirgin. Ölçü kesin. Esir alıcı olana dikkatle bakılmayacak. Biraz dalgınlık iyidir.
Derken tuhaflık diye birşey giriyor hayatımıza. Yani nasıl bir girmek bu? Arayıp bulmak değil. Öyle geliyor geçiyor önünden. Bu anahtar, bunca ihtimalin içinde, hele metropol tombalasında, bu kilide nasıl denk geldi, şaşıyorsun! Niye bu kadar etkiledi seni? Niye bu kadar takıldın ona? Neden bu kadar dokundu? Açıklayamıyorsun. Bu tuhaflık kainatın sadece 'sıradanın' değil 'sıradışının' da mekanı olduğunu öğretiyor.
Bir peygamber mucize gösterdiğinde kavmini neyden kurtarmaya çalışır? Gayba iman etmesini engelleyen malumat duvarlarından mı? Sorgulamadığı gerçeklik algısından mı? Tuhaflık görmemişliğinden mi?
Arkadaşım, bana sorarsan, ne kadar şükretsek azdır. Allah bizi hususi imdatlarıyla kanunların tazkiyatı altında ezilmekten kurtardığı gibi ümidimizi de tuhaflık eliyle mantığımızın pençelerinden kurtarmıştır.
Nasıl? Çünkü ümit de sevmez sıradanın sıkletini. Ümit kesmek demek, Allah'ın kudretine bir nakıse atfetmektir, yarattığı onca mucizeye rağmen. Rahmetine iftira etmektir. Bir kapı açık kalsın ister hayalin kalbi, atabilmek için, fizikten öteye. Hep öyle olanın hep öyle olmamasını ister. Hep öyle olduğunu sandığının hep öyle olmadığını farkedince, insan, varlığın malumundan ibaret olmadığını düşünmeye başlar. Ümit dirilir. İnsan ümide acıkır. Ümit fiziği aşan birşeydir.
Bir yerde diyor ki mürşidim: "(…) Sonra, o kavânin-i külliye ve desâtir-i umumiye meydanlarında esmâlarını tecellî ettirip tenvir etti. Sonra, bu kanun-u küllînin tazyikinden feryad eden fertlere, Rahmânü'r-Rahîm isimlerini hususî bir surette imdada yetiştirdi." Acaba her sıradışılığın da böylesi bir kurtarış olduğunu düşünemez miyiz? Çünkü onlarla da kurtarılıyoruz bu dünyanın tekdüzelik sıkletinden. Ruhumuzun enginlerine bir nefes alıyoruz. "Bu kadar değiliz. Çok şükür. Bu kadar değil dünya. Çok şükür. Bu kadarla kalmayacağız. Çok şükür..." diyoruz.
Sorarım sana: Biz çocukken masalları neden seviyorduk? Hayal kurmaya niye müptelaydık? (Hâlâ da müptelayız ya.) Bulutları neden uçan hayvanlar gibi düşlüyorduk? Neydi bu doymak bilmez açlık? Harikalarla nefes alan yerimiz neresiydi bizim?
İnsanda ne varsa Kur'an'da bir karşılığı vardır. Kur'an'da ne varsa insanda bir karşılığı vardır. Kur'an'da ne varsa evrende bir karşılığı vardır. Evrende ne varsa Kur'an'da bir karşılığı vardır. Evrende ne varsa insanda bir karşılığı vardır. İnsanda ne varsa evrende bir karşılığı vardır.
Mahza hakikat olan Kur'an'ın içinde anlatılan mucizelerle karşılaşınca içimizde hangi yer çalışıyor? Bizi bu açlıktan tuhaflıklar kurtarıyor. 'Tuhaf bulduklarımız' sayesinde öteye bir yol buluyoruz. Hep öyle olmamak 'hep öyle olmanın' ötesine giden bir yoldur. Tokat illa yüze atılacak değil ya. Gaflet dağılsın diye kalbe atılan tokatlar da var. Şefkat tokatları. Sıradışı ikramlar. Bu yazının kendisi de tuhaf oldu. Bilmem ki size bir yol gösterir mi bu tuhaflık? Fakat 'ben'deki tesirine bakınca ister istemez kabul ediyorum: Tuhaflıklara da ihtiyacımız var.